1980’li yılların ikinci yarısında, bu güçlü akıntıya karşı böyle bir kitap yayımlamak bence bir entelektüel cesaret işaretidir.
Gülnur Savran- Özgür Gündem
1988-89 yıllarında Sınıftan Kaçış’ı çevirmenin hayalini kurdum. (Ben çevirseydim başlığına “Sınıftan Ricat” derdim.) Ne var ki, bu sıralarda sol düşünce dünyasında hüküm süren modaya bu kadar uymayan bir kitabı hiçbir yayınevine önermeye cesaret edemedim.
Her ne kadar yayın broşürlerinde ya da gazetelerin kitap sayfalarında yer yer tersine bir edaya bürünseler de, bütün yazılar gibi kitap tanıtmaları da taraflıdırlar. İnsan, bir kitabı ya çok beğendiği için tanıtmak ister ya da çok kızdığı için eleştirmek.
Bugüne kadar kitap tanıtma yazılarım hep baştan duygu yüklü oldu. Ama bu yazıyı yazmaya oturduğumda, aslında taraflı bir yazı bile yazamayacak kadar taraf olduğumu bir kez daha hatırladım. E. M. Wood’un kitabını 1987 yılında ilk kez okuduğumda sarsılmıştım. Benim yazmayı düşleyeceğim, ama asla beceremeyeceğim kitap karşımda duruyordu. Daha sonra Wood’un başka kitaplarını ve özellikle son dönem yazılarını okudukça bu hayranlık-özdeşleşme karışımı duygum giderek güçlendi.
1988-89 yıllarında Sınıftan Kaçış’ı çevirmenin hayalini kurdum. (Ben çevirseydim başlığına “Sınıftan Ricat” derdim. Ne var ki, bu sıralarda sol düşünce dünyasında hüküm süren modaya bu kadar uymayan bir kitabı hiçbir yayınevine önermeye cesaret edemedim. Kitabın Akış Yayıncılık’tan çıktığını öğrendiğimde, çok sevdiğim bir oyuncağım elimden alınmış gibi hissettim.
Neden bu kitaba bu kadar yakın hissetmiştim? 1980’lerin başında Türkiye’de de iyice yaygınlaşan “sivil toplumcu” tezlerle, 1970’ler boyunca Kıta Avrupası’nda Althusser, Poulantzas, Mouffe, Britanya’da ise Hindess, Hirst, Laclau gibi Marksistlerin savunduğu tezler arasında bir süreklilik olduğunu hep düşünmüştüm. Althusser’in, bazen talihin bir cilvesi olarak, birçok durumda da kendine rağmen “sivil toplumcu” görüşlere temel oluşturduğu kanısını taşıyordum. Daha sonraları, yapısalcılıktan başlayıp, yapısalcılık-sonrası ve söylem odaklı teorilerden geçerek post-modernizme varan bu çizginin belli başlı tezlerinin “yeni toplumsal hareketler”e ilişkin birçok tahlilde belirleyici olduğunu gördüm. Görünürdeki bu “farklılıklar seli” nin (deyim E. Laclau’ya ait) tersine bütün iddialara ve aradaki kısmi farklılıklara rağmen, aslında iç bütünlüğü olan bir kavramsal çerçeve oluşturduğuna artık ikna olmuştum. Wood’un kitabı tam da bu çerçeveyi tanımlama çabası. Ele aldığı yazarların çokluğu, incelediği malzemenin zenginliği (ve yer yer anlaşılması oldukça güç, karmaşık niteliği) ile kitaptaki sunuşun sadeliği, neredeyse şematikliği arasında bir uçurum olduğu söylenebilir. Ne var ki, bizzat bu uçurumun politik bir anlamı var: Wood malzemesini bilinçli olarak şematikleştirmiş: “yeni ‘hakiki’ sosyalizm” kategorisi altında toparladığı bu yazarlara ortak bir görüşün temsilcileriymiş gibi davranıyor. Vermeye çalıştığı mesaj şu: Her biri son derece karmaşık us yürütmelere dayanan bu teorilerin hepsi sonunda aynı kapıya çıkarlar. “Sınıf”ın teorik statüsünün ve politik belirleyiciliğinin reddine dayalı bir politika anlayışıdır bu. Katedilen bu yolu, söz konusu teoriler sırayla birbirlerine devrettikleri taşlarla örmüşlerdir.
Yeni ekonomi anlayışı
Wood bu kadar çok yazarı bir araya getirirken yine de yüzeyselleşmiyor. Çünkü seçerek belirlediği temel tezlerin her birini adım adım tartışıyor. Ele aldığı yazarların, “ekonomi” anlayışı, üretim düzeyinin kavramsallaştırılması, işçi sınıfının politik kimliğinin dolayımlanması, “demokrasi” kavramı ve bunlar gibi belli başlı sorunlara yaklaşımlarındaki açıkları, çelişkileri birer birer gösteriyor. Bütün bunları yaparken de işçi sınıfına dayalı sosyalizm projesinin gerçek sorunlarla karşı karşıya olduğunu hiçbir noktada görmezlikten gelmiyor.
Yazara göre, sosyalizm projesinin özel bir sınıftan koparılarak, kimlikleri sadece politika ve ideoloji düzeyinde belirlenen birtakım topluluklara terk edilmesi sürecinde atılan ilk önemli adım “ekonomi”nin teorik statüsünün değiştirilmesidir. Bu statü değişimi, sınıf belirleniminin “ekonomik” düzeyden politik ve ideolojik düzeye aktarılması anlamını taşır. Bu süreçte, sömürü ilişkisinin ayrıcalıklı konumuna politika ve ideoloji yerleşir. Bu ise, daraltılmış bir işçi sınıfı anlayışını beraberinde getirir: Ücretli emeğin sınırları içinde yer alan, ama ideolojik ve politik açıdan işçi sınıfı sayılamayacak kesimlerden (örneğin “yeni küçük burjuvazi”) söz edilmeye başlanır. Bu şekilde daraltılmış işçi sınıfı kavramı, sınıflar-aşırı “halk kesimleri ittifakları”na dayalı bir politika anlayışının teorik temelidir.
Avrupa komünizmi ve Poulantzas, bayrağı bu noktada Laclau’ya teslim ederler: Laclau, başlangıçta tek başına, daha sonra da Mouffe ile birlikte, sınıflar karşısında özerk olduğunu ileri sürdüğü ideoloji ve söylemi tarihin ayrıcalıklı belirleyicileri konumuna yerleştirir. Bu tez politika ile sınıf arasındaki bağlantıyı tümüyle koparır. Gerek Laclau&Mouffe’un teorilerinde, gerekse yapısalcılık-sonrası akımın Britanyalı temsilcileri olan Hindess/Hirst’te, sınıftan bağımsızlaşmış politika konjonktürün rastlantısallığına terk edilir. Tarihin “indirgenemez bir olumsallığı” olduğu tezi, bu yazarlara, babalıktan azlettikleri Althusser’in bıraktığı mirasın bir parçasıdır. Onlar bu mirası müsrifçe harcarlar: Yapı, konjonktürlerin belirlenmemiş kargaşalığında yıkılır. Ekonomi ile politika, ekonomi ile sınıf ve nihayet sınıf ile politika bağlantılarının koparılmasında, daha yoğun başında sınıf mücadelesini dışlayan bir “ekonomi” anlayışı geliştirilmiş olan Althusser yine karşımızdadır.
Politik olarak oluşturulmamış ve/ya da söylemsel olarak kurulmamış çıkarlardan, dolayısıyla bu tür çıkarlara dayalı, bir sınıf kimliğinden söz edilemeyeceği teziyle birlikte, nesnel, maddi çıkarlara dayalı politikadan evrensel çıkarlar etrafında oluşturulacak politikalara geçiş tamamlanır. Sosyalizm artık sınıfsal çıkar temelini yitirmiştir: gündemde, sınıflar-aşırı toplulukların evrensel çıkarlarına dayalı bir sosyalizm projesi vardır. Jones ve Kitching gibi yazarların Anglo-Sakson dünyasından yaptıkları bu katkı aslında, Habermas’ın geliştirmeye çalıştığı ussallığa dayalı sosyalizm anlayışını yankılatmaktadır.
Sınıfsal çıkar kavramının reddi ve ekonomi ile politika arasındaki bağların koparılması, demokrasinin liberalizme iade edilmesine yol açar. Sınıf belirleniminden arındırılmış olan demokrasi, bir kez daha, tarihte burjuvazinin onu sunduğu biçime bürünecektir. Üretimi piyasaya terk eden salt politik bir demokrasi!
Marx’ın, işçi sınıfının stratejik konumuna dayalı sınıfsız toplum tasarımını geliştirirken, kurduğu kavramsal yapı adım adım çökertilmiştir. Günümüzün “yeni ‘hakiki’ sosyalistleri” Marx’ın 1840’larda kendi çağının “hakiki” sosyalistlerini, bıraktığı yerdedirler: Maddi çıkarların değil, düşüncelerin, inancın, ahlakın yönlendirdiği bir sosyalizm anlayışında…
1980’li yılların ikinci yarısında, bu güçlü akıntıya karşı böyle bir kitap yayımlamak bence bir entelektüel cesaret işaretidir. Bu insan bir de kadınsa ve bu çıkışı “yenilikçi” sosyalistler cemaatinin erkek “ağır topları”na karşı yapabilmişse, bu aynı zamanda kişisel bir cesarettir de. Kitabı bu gözle de okumak gerekiyor.