Kadın önderler, 80’lerde zirve noktasına ulaşan, 90’larda ise durağanlaşmış görünen bağımsız kadın hareketini değerlendirdi.
Ayşegül İşcan - Elif Dağlıyan
Bir dönem, sınırlı da olsa var olan ve Türkiye’de en sağdan, sol kesime, evde oturan kadına kadar bir çok kesimde, olumlu, olumsuz tartışma yaratan bağımsız kadın hareketinde, son iki yıldır durağanlaşma yaşanıyor. Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısında, kadına yönelik ayrımcı her tür uygulamada sokaklarda gördüğümüz kadınlar, bugün kabuklarına çekilmiş gibiler.
Bağımsız kadın hareketindeki durağanlaşma ile ilgili görüşlerini aldığımı Gülnur Savran, bu durumun dünyada hüküm sürmekte olan ideolojik-politik iklimle ilgili olduğunu düşünüyor. Nurperi Sancak, örgütlenme biçiminde arıyor sorunun yanıtını. Şirin Tekeli ise bir durağanlaşma değil, kurumlaşmanın söz konusu olduğunu ifade ediyor.
Susmamız, oturmamız
Hep boyun eğmemiz
Hayatı seyretmemiz
İstendi bugüne dek…
Sustuk, bekledik
Söylendi dinledik
Sonunda yeter dedik
Bir daha susmayacağız….
Türkiye’de 1980’den sonra dillerinde “kadınlar vardır” şarkısıyla, kurtuluşlarının, ancak kendi kendilerine yapacakları mücadeleyle gerçekleşeceğini savunan, hayatın her alanındaki ayrımcılığa son verilmesini talep eden kadınlar, kadın sorununu Türkiye’nin gündemine soktular. Sınırlı da olsa bu hareketle birlikte, birçok kesimde kadın sorunu uzun uzun tartışılmaya başlandı. Bazı görüşlere göre, sol kesimin kadın sorununa daha fazla sahip çıkmasında, bu konuda tartışmalar başlatmasında da kendisini “bağımsız kadın hareketi” olarak tanımlayan bu grubun büyük rolü oldu. 1980’in ikinci yarısında ivme kazanan bağımsız kadın hareketi, yasalardan, dayağa kadar birçok alanda sesini duyurdu. 1990’lara gelindiğinde ise bağımsız kadın hareketinde bir durağanlaşma başladı.
1981 sonlarında Yazko Dergisi’nin bir kadın dizi çıkarma önerisiyle biraraya gelen bir grup kadın, kitap çevirme işine girişti. Kendilerine katılanlarla daha büyük bir grup haline gelen kadınlar, 1982 nisanında 3 günlük “kadın sorunları sempozyumu” düzenlediler. Aynı sıralarda, kendilerine bir sayfa ayıran Somut Dergisi’nde feminizmle ilgili yazılar yazdılar. Bu gruptan çıkan birkaç kadın o dönemde en kolay bir araya gelme biçiminin şirket kurmak olabileceğine karar vererek Kadın Çevresi A.Ş.’yi kurdular. Dernek kurma tartışmaları da o dönemde yoğunlaştı. Dernek kurmaktan yana olan kadınlar “Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği”ni kurarak sürdürdü faaliyetini.
1985’te Türkiye hükümeti, Uluslararası Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığa Son Verilmesi Sözleşmesi’ni imzaladı. Kadınların ilk kapsamlı kampanyası da bu dilekçenin hayata geçirilmesi için imza toplanmasıyla başlamış oldu. Bunun ardından “Sosyalist-Feminist Kaktüs” ve “Feminist” dergileri çıktı.
Mustafa Durmuş adında bir hakimin “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” sözünü sarfetmesi üzerine yeni bir kampanya gündeme geldi. Sosyalist-Feminist Kaktüs ve Feminist dergileri ile Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği’nde yer alan kadınlar, hakimi dava ettiler ancak, talepleri reddedildi. Bunun üzerine “Dayağa Karşı Kampanya” başlatıldı.
1987 yazında Kariye Müzesi’nin bahçesinde bir kadın şenliği gerçekleştirildi. Burada tartışmalar, dia gösterileri yapıldı, konserler verildi. 1989 şubatında “Bedenimiz Bizim” kampanyası ve “Kadınlar Kurtuluş Bildirgesi” oluşturulması fikri ortaya çıktı. 1989’un Dünya Kadınlar Günü olan 8 Martında bildirge afiş biçiminde basılarak dağıtıldı ve bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüşten kısa bir süre sonra da “Kadın Kurultayı” düzenlendi.
Ağustos ayı başında, cezaevlerindeki siyasi tutukluların açlık grevleri gündemin birinci maddesiydi. Aynı çevreden bir grup kadın, açlık grevini desteklemek ve cezaevlerinde uygulanan baskıları kınamak için siyah giyinme çağrısında bulundu. Siyah giysileriyle sokağa çıkarak cezaevlerindeki uygulamaları protesto eden kadınlardan 11’i tutuklandı.
1989 sonbaharında kamuoyunda da uzun süre tartışılan “Bedenimiz bizim. Cinsel tacize hayır” kampanyası başlatıldı. Bu kampanyada, cinsel tacize uğrayan kadınların sessiz kalmamaları ve tepki göstermeleri mesajı işlendi. Cinsel tacize sessiz kalınmayacağı “mor iğne” batırma önerisiyle sembolleştirildi.
Daha sonra fahişelere tecavüzde üçte bir oranında ceza indirimi yapan 438. maddeye karşı kampanya başlatıldı ve bir yürüyüş gerçekleştirildi.
1990’da Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek hafızalardan silinmeyecek ilginç lafını etti: “Flört fahişeliktir.” Bu kez aralarında Demokratik Kadın Derneği (DKD)’nin de yer aldığı aynı gruptan kadınlar, önce “Bakan Cemil Çiçek düdük gibi bir laf etti. Bunu düdük çalarak protesto ediyoruz” diyerek bir gösteri düzenlediler. Daha sonra, devletin insanların özel yaşamlarına kadar girmesini protesto etmek için eşlerinden boşanma kampanyası düzenlediler.
Geçtiğimiz son iki yıl içerisinde ise bu tür eylemler yapılmaz oldu ve sınırlı da olsa var olan kadın hareketinde bir durağanlaşma meydana geldi. Gelinen noktayı, o dönem kadın hareketi içinde aktif olarak yer alan, kampanyalar düzenleyen kadınlarla konuştuk.
Sosyalist-Feminist Kaktüs’ün yazarlarında Gülnur Savran, o dönemini, şöyle özetliyor: “1980’lerin ikinci yarısında feminizmin sesi Türkiye’de de belirgin olarak duyulur hale gelmişti. Bu sesin özelliği, erkek egemenliğine karşı mücadeleyi, ancak kadınların verebileceklerini ilan etmesiydi. Yani hem bütün kadınların ortak bir ezilmişliği paylaştığını ileri sürüyordu feministler hem de kadınları kendilerinden başka kimsenin kurtaramayacağını. Feministler, kadınları ezenin erkek egemenliği olduğunu açığa çıkarmışlardı”
Savran’a göre, 1990’dan başlayarak bu ses gittikçe soluklaştı, onun yerini, yine ayrımcılığa karşı ama bunu daha ölçülü, daha az sivri bir dille yapan sesler almaya başladı. Savran bunun çeşitli nedenlerinden birini, “Son 10 yıldır bütün dünyada hüküm sürmekte olan ideolojik-politik iklimle ilgili” diye açıklıyor.
Bugün yaygınlık kazanmış olan politik kültürün birbiriyle bağlantılı iki önemli boyutu olduğunu düşünüyor Savran. Ezilen, sömürülen baskı altında tutulan toplumsal grupların, bu kimlikleri temelinde ortak bir başkaldırı sürdüreceklerine kuşkuyla bakıldığını belirtiyor ve “Kadınları, (ve ayrıca örneğin işçileri) kendi içlerinde bölen farklılıkların, onları birleştiren ortak ezilmişliğin önüne geçtiği kanısı yaygın. Böyle olunca da herkesin kendi küçük dünyasında, kendi küçük kurtuluşunu gerçekleştirmesi bekleniyor” diyor.
Köklü toplumsal dönüşümlere duyulan güvenin çok azaldığını düşünen Savran, bunun yerine yaygın olarak benimsenen yaklaşımın, düzen için yasal düzenlemelerle yetinmenin daha “gerçekçi” ve “çağdaş” bir tavır olduğu yolunda olduğunu savunuyor ve ekliyor: “Bu politik iklim içinde feminizmin radikal ve dayanışmacı ruhunu yaşatabilmesi çok güç. Buna karşılık, devletçi ve seçkinci bir tür feminist söylem bu genel ortama daha uygun. Bugün kadınlarla ilgili olarak sürdürülen politika tarzı da bu.”
Bağımsız kadın hareketi içinde radikal feminizme yakın biri olarak yer alan Gül Özlen, özellikle 1985-88 yılları arasındaki eylemliliklerin, dışa açık toplantıların, yürüyüşlerin artık olmadığını kabul ediyor. Bu eylemliliklerin olmamasının feminizmin bitmesi sonucuna varmayı, o dönemdeki hareketliliği feminizmin tek var oluş biçimi olarak almayı ise yanlış bulduğunu söylüyor. “Bence feminizm kadınların kafasında, hayatı yaşayış biçimlerinde, evde, işte, sokakta, dünyayı algılayışlarında yaşıyor” diyen Gül Özlen, Türkiye’de iktidarı hedefleyen bir feminist ya da kadın kurtuluş hareketi olmadığını, o nedenle sürekli ve bu hedef için mücadele vermek gerekmediğini iddia ediyor.
Gül Özlen’e göre, feminist hareket başkalarını kurtarmak için de yola çıkmadığından “kitle”ye karşı sorumluluk da söz konusu değil. O dönemde aktif olarak eylemlere katılanların yanısıra, eylemlere katılmayan kadınların da bunlardan haberdar olup, bu konular üzerinde en azından düşünmeye başlayarak kazançlı çıktığını savunan Özlen, ayrıca, toplumdaki diğer politik grupların da “kadın” üzerine daha doğru ve farklı düşünme şansını elde ettikleri için feministlere ve o dönemdeki hareketliliğe “müteşekkir” olmaları gerektiğini düşünüyor. Özlen, sözlerini, “Kimbilir belki bir gün yine sokaklara çıkarız” diyerek tamamlıyor.
Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği’nin kapanmadan önce başkanlığını yürüten, Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı kurucularından Avukat Nurperi Sancak da, kadın hareketindeki geri çekilmenin nedenlerini, oluşturdukları örgütlenme yapısı içerisinde arıyor. Sancak, düşüncelerini şöyle ifade ediyor: “1987 yılında dayağa karşı yapılan yürüyüşün ardından bir kampanya başlatıldı. O sırada bir potansiyel oluştu. Bir mekan gerekliydi. Dernek, dayağa karşı dayanışma kampanyasının mekan ihtiyacını gördü. Fakat, dernek şeklinde bir örgütlenmenin, kadın hareketine uygun bir yapı olmadığı fikri ortaya çıktı. Biz bütün kadınların konuşmasını bir tartışma ortamı yaratılmasını istedik. Dernek, başkanı, yönetim kurulu olan bir kurum. Hiyerarşik yapısı kadın örgütlenmesine uygun değil.”
Feminist grup içinde faaliyet gösteren Fatmagül Berktay, kadın hareketinin örgütlenme yapısının, sürekliliği sağlamayadığına dikkati çekiyor. Berktay’a göre, bunun nedeni, düşünce ortamı ve teorik düşünce alışverişinin gerilemesi. Berktay, eylemliliğe de fazla kapılındığını, bunun gerekli olduğunu ancak, sırf bunlar olunca biraz soluğun kesildiğini düşünüyor. Bir de kadınlar arasında oluşturulan yapıların merkezi olmaması kaygısı taşındığını, bunun da haklı bir kaygı olduğunu düşünen Berktay, “Ama merkezi olmaması sürekliliğin olmamasını da getiriyordu. Merkezi olmayan bir yapıda süreklilik sağlamak gerekiyordu. Biz böyle bir yaratıcılıkta bulunamadık” diyor. Berktay, kadın hareketinin bugünkü durumunu ise şöyle değerlendiriyor: “Bugün, olmadık gazetelerde bekaret kontrolüne karşı tepkiler olması, bir grup kadının Urla’da gösteri yapması v.s. kadın hareketinin daha geniş kitlelere mal olduğunu gösteriyor.”
Kadın Kültürevi kurucularından Avukat Selma Atabek ise sonuçları değerlendirmek için henüz çok erken olduğunu düşünüyor. Kadın Kütüphanesi, Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı, sığınma evleri, Kadın Sorunları Araştırma Merkezi gibi kalıcı yapı ve kuruluşları kazanmış olduklarını belirtiyor. Ancak, kadınlar yarattığı bu politika ve hareketin yalnızca kalıcı yapılarla değerlendirilmesini de doğru bulmuyor. Atabek’e göre, asıl kazanım, bu hareketin düşüncelerinin toplamda az çok etkisini sürdürüyor olması. Kadınların kendi aralarında sıcak bir dayanışma ve dostluk yarattıklarını ve bu dirsek temasını yitirmediklerini anlatan Selma Atabek, “Bize uygun gelmeyen bir şeyler olduğunda yine bir araya gelebilir, sözümüzü söyleyebiliriz” diyor.
Feminizm, 1980’de sıfır noktasındayken, bugün bir kadın hareketi oluştuğunu savunan Kadın Kütüphanesi kurucularından Şirin Tekeli, “Son birkaç yıldır kadın hareketinde bir durağanlaşma yaşanıyor. Sizce bu durağanlaşmanın nedenleri nelerdir?” şeklindeki sorumuzu “durağanlaşma görece bir kavram” diyerek başlıyor yanıtlamaya. Tekeli sözlerini şöyle sürdürüyor: “Eğer hareketi en basit tanımıyla anlar, yalnız gazetecinin gördüğü, onun ilgisini çeken gösteri v.s. etkinliklere bakarsanız, böylesi bir yanılgıya düşebilirsiniz. Oysa, gazetecinin göremediği –bazen de görmek istemediği- birçok çalışma yapılmaktadır. İçerden bakan bir kişi olarak ben son dönem gelişmesine, durağanlaşma değil, kurumlaşma diyorum.”
Elli yıldır, “Kadın-erkek eşittir”, “Kadın-erkek yoktur, insan vardır” gibi ideolojik çarpıtmalarla sorunları görmez olmuş bir toplumda, kadınların cinsiyetleri nedeniyle maruz kaldıkları eşitsizlik, ayrımcılık ve haksızlıkların toplumun gözleri önüne serildiğini söylüyor Şirin Tekeli. “Elde edilenler az gibi görünebilir ama önemli olan mücadelenin sonuç verdiğini görmek ve uğraşı sürdürmektir” diye özetliyor görüşlerini.
Çeşitli görüşlerden kadınların bir araya gelmesiyle oluşan İstanbul Kadın Forumu ise feminist hareketin 80 sonrasında kadın sorununu Türkiye’nin gündemine getirmeyi başardığını ancak, merkezi ve sürekli kadın örgütlenmelerini ve kitleselleşmeyi hedeflemediği için kampanyaların v.s. bitmesi ile bu etkinliklere katılan çevrenin de dağıldığını savunuyor. Forum’da yer alan kadınlar 80 sonrasında kadın hareketinin iki kez bir araya gelmek için adım attığını ancak farklılıklarla bir arada olmak doğrusuna ve olgunluğuna ulaşılamadığı için başarılı olamadığını anlatıyor ve bu durumu kadın hareketinin durağanlaşması hatta geriye gidişinin nedeni olarak görüyorlar.