ATİLLA BİRKİYE
Yıl 1923, aylardan ekim. Adana'nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite köyünde Kemal Sadık Göğçeli (Yaşar Kemal) dünyaya gelir... Yıl 1992, aylardan kasım, günlerden pazartesi ve ayın dokuzu.
Kapalı bir hava, kışın yavaş yavaş geldiğini bildiren cinsten bir rüzgar ve hafıf hafıf çiseleyen yağmur. Yaşar Kemal'in evindeyiz: Etrafı yeşillik ve çoğunu Yaşar Kemal'in dikmiş olduğu ağaçlarla çevrili evinde sakin ve huzurlu bir ortam... Yaşar Kemal, daktilosunun başına oturuyor. Beni de karşısına oturtup "Hadi sor bakalım" diyor. Onun yapıtlarında sıkça rastladığım çeşitli tema ve eksen konulardan çıkardığım sorulan yöneltiyorum. Yazmaya başlıyor. Yaşar Kemal'in sesiyle girdiğim hoş havadan birdenbire çıkıyorum; "oku bakalım" diyor:
- Günümüzdeki bireysellik sorunu için ne diyorsunuz?
Çağımız iletişim çağıdır. Bütün dünya biraz da bir tek ulus gibi bir şey oldu. Böyle demek doğru mu acaba? Bireysellik derken batıdan söz etsek daha doğru olmaz mı? Bir bozulmadan, bir kişilik yozlaşmasından söz etsek mi? Bugünkü iletişim, yani televizyon, radyo, sinema, hepsi çağanoz yavrusu gibi, birbirlerine benzeyen düşünceler üretiyorlar, buna düşünce diyebilir miyiz bilmem, bu yüzden de insanlar kalıptan çıkmışcasına bir biçimde oluşuyorlar, bir tek insan oluyorlar. Gittikçe de bir sürüye dönüşüyorlar. Bireysellik dedikleri bir kişisizliğe dönüşüyor. İnsanlık bir yozlaşmayla karşı karşıya. Sürü haline gelmiş, kişiliğinden uzaklaşmış insan da artık yaratamıyor. Yaratamayan insan da bitmiş insandır, insan yaratıcı bir, evrende tek yaratıcı bir soy olduğuna göre… Sevindirici bir olay var, bugünkü tüketici koşullandırma, dünyamızda beş milyara yaklaşan insanların büyük bir çoğunluğuna daha ulaşamıyor. Ulaşsa bile, birçok sebeplerden ötürü, her kesimi, batıdaki gibi yoğun etkileyemiyor. Onun için durumu biraz da olsa kurtarıyoruz. Bir bakıma bireyin gelişmesi, bireyin kişiliğini yitirişi oluyor. İnsanlık için epeyce büyük bir yıkım.
- Bu bireyselliğin romana yansıması...
Romana gelince bu kişisizlik ona da yansıyor. Batı'nın romanı bizim yazdığımız romanlar gibi değil. Bizim bilinçli romancılarımız bir zamanlar olduğu gibi artık batıya öykünmüyor. Dünyaya yeni roman biçimleri, yeni roman kişilikleri veriyor. Bu da dünya romanında, şiirinde onların yazarlarının varamadığı yenilikler oluyor. Ve biraz da bu gelişme, bu tazelik onları epeyce şaşırtıyor.
- Romanlarınızda özellikle de "Kimsecik" üçlemesinde insanın korkusunu, hatta bireyin korkunun üstüne yürüyüşünü, üstüne üstüne gidişini yazdınız. İnsanoğlunun korkusu nedir ya da insanoğlu nasıl bir korku yaşıyor?
Korkuyla, romanlarımda çok uğraştığım doğru. Yaşamda da insanın çok korktuğu doğru. Bence bütün kahramanlıkların altında da bir korku karanlığı yatıyor. İnsan bilinçlendiğinden bu yana hep korkmuş. Ne yapsın, hep de korkunun üstüne yürümüş. Yani yönü, her attığı adım karanlık... Nereye gitse, ne yapsa her yerde onu korku bekliyor. O da, ister istemez karanlığın üstüne yürüyor. Korkunun üstüne yürümedi diyelim, acıdan ölür. Bir avın üstüne gidemez, bir karanlık mağaraya giremez. Korkuyu insanlık tarihi boyunca istediğimiz kadar çoğaltalım, zaten durmadan korkuyu biz çoğaltıyoruz, yapacağımız hiçbir şey olmadığından dolayı da korkunun üstüne yürümekten başka bir çare bulamıyoruz. Korkunun üstüne en çok yürüyenimiz de kahraman oluyor. Düşüncede bile korkunun, bilinmeyenin üstüne yürüyen kahraman oluyor. Ben son romanım “Kimsecik” üçlüsünde korkuyu, korkunun üstüne yürümeyi yoğunlaştırmaya çalıştım. Ne bu romanlarım ne de öteki romanlarım salt bu korkudur. Bu, korku işi, insanın tümü değildir. Birazımızdır. Benim romanlarımda da öyle. “Kimsecik” üçlüsünde bir dağın arkası var. İnsanoğlu hep o dağın arkasını amaçlamış, oraya varınca öteki dağın arkasını, oraya varınca da öbürünün arkasını… İnsanlık vardığı her dağın arkasında öbür dağın arkasını arayacak… İşte böyle böyle, dağların arkası, dağların arkasının büyüsü hiç bitmeyecek.
-İnsanın ve doğanın bozulması üstüne ne düşünüyorsunuz? " Akçasazın Ağaları"nın iki kitabında da doğanın bozulması ve insanın yozlaşması anlatılıyor…
Bu iki roman, bir üçüncüsü de var, bir tükenişin romanı. Daha doğrusu, feodal ilişkilerin ya da feodala benzeyen ilişkilerin bitişi, kapitalist ilişkilerin başlamasının romanı. Kapitalist ilişkilerin kendi yaşadığım topraklarda başladığını, feodallarin tükendiklerini gördüm. Bunun tanığıyım. Feodal insanlığın doğası başkaydı. Kapitalist ilişkilere geçilince doğa birdenbire değişti. Bu tükenen, başkalaşan doğanın insanlarından birisiydim. 1950'lerde Çukurova traktörle doldu. Çukurova o zaman ormanlıktı. İnanılmaz bir doğa örtüsü vardı. Kamışlıktı, sazlıktı, uçsuz bucaksız çayırlıklardı, bataklıklardı. Her bölge, her bucak bin türlü kuşların, öteki hayvanların cennetiydi. Değişiklikten sonra ne kuş, ne böcek, ne kelebek, ne ot ocak, ne bataklık, ne kamışlık... Çukurova bir tarım çölü oldu. O aydınlık, dibine kuran düşse okunur sulan birer ağı olarak kapkaranlık aktı. Ben de oturdum, bu tükenen doğanın, bu bir tarım çölü yapılmış bitkin doğanın romanını, değişmiş, acılaşmış insanının destanını, masalını yazdım.
-Bu romlarda teknolojinin doğayı değiştirmesi de işleniyor…
Traktör gelince, fabrikalar gelince böyle oldu. Değişimi kötülük sayıyorlar. Bukötülüğü de teknolojiye yüklüyorlar. Doğru değil. Teknoloji getirdi bu işi başımıza. Bu belli. Teknoloji kimin elinde. Doğaldır ki, sömürücülerin elinde. İnsanı iliklerine kadar sömürenler, eline geçirdikleri doğayı niçin iliklerine kadar, son taşına, son otuna kadar sömürmesinler. İnsanlar ses çıkarıyorlar, aç kalınca da ölüyor, sömürücülerin işine yaramıyorlar... Sömürülen doğa hiç ses çıkaramıyor. Ölünceye kadar da ses çıkaramayacak. Biz de sonunda, o sömürenler de içimizde, doğayla birlikte cartlağı çekeceğiz. Bu teknolojinin hiç bir günahı yok. Güneh teknolojiyi kullanan sömürücülerde. Teknoloji insanlığın, yani büyük insanlığın eline geçtiği gün, sömürücülerin sömürerek tüketip bitirdiği doğayı bir tek güç kurtarabilir, o da teknolojinin gücü. Günahı, ağzı var, dili yok teknolojiye yüklemek işi saptırmaktır. Bu da ayıptır, insanlığa yakışmaz. İnsanlık, bir gün, doğamızı kurtardığı için teknolojiye minnettarlık duyacaktır. Şimdilik bu bap da romanlanmızdadır, arzederim.
Yaşar Kemal hiç kuşkusuz, Homeros'un günümüzdeki akrabası ve edebiyatımızın doruklarından biri. Yapıtları kırka yakın dile çevrilmiş. Yunus'tan, Pir Sultan'dan, Karacaoğlan'dan, Köroğlu'ndan günümüze kadar gelen edebiyat köprüsünün, kültür köprüsünün bir ayağı...Türkçe'nin destansı kahramanı olan Yaşar Kemal'e daha nice nice görkemli yapıtlar diliyoruz...