Siyasi Hayatımızda Çiğköfte Sorunu

Ayşegül Devecioğlu

Geçtiğimiz günlerde DYP grubunun Meclis’te verdiği çiğköfte partisi uzunca bir süre ve oldukça yersiz bir biçimde “siyasi gündemimizi” işgal etti. Gerçi gazetelerde yazılıp çizilenlere bakınca “Belki de her şey yerli yerindedir” diye düşünmemek elde değil.

Gazete haberlerine ve köşe yazarlarına bakılırsa bu olayın adı rezaletti. Çiğköfte yiyen milletvekillerinin çirkin resimleri, oraya buraya yayılmış bulgur tanecikleri, kağıt parçaları ise bu rezaletin delili. Çiğköfte partisini verenlerin Meclis’in itibarını düşürdükleri, saygınlığını zedeledikleri ima edildi. Büyün yazı ve eleştiriler, feveranlar Parlamento’nun halkın gözünde itibarlı bir müessese olduğu varsayımından hareket ediyordu. Bu itibar, halkın Parlamento’ya inancı, demokrasinin sembolü addedilen bu temsil kurumunun ciddiyeti böyle çiğköfte partileriyle sarsılmamalı, demokratik hayatımız çiğköfte uğruna zedelenmemeliydi.

İşte bu noktada ara sıra olmak kaydıyla pekala yenebilecek bir şey olan çiğköfteyi düştüğü “demokrasi düşmanı” konumundan kurtarmak ve dikkati çiğköftenin üzerinden çiğköfte tartışmalarının çiğliğine, sığlığına, yüzeyselliğine çekmek gerektiğini düşünüyorum. Şaka bir yana basının ve siyaset erbabının üstünde hemfikir göründüğü temel varsayım, yani Parlamento’nun dolayısıyla temsili demokrasinin itibarı, üzerinde tartışılmaya değer görünüyor.

Temsil demokrasinin temel kurumu olan Parlamento, gerçekten işlevselliğini ve itibarını koruyor mu? İnsanlar Meclis’te ülkedeki hayati konular üzerinde söz ve karar sahibi olmak üzere temsil edildiklerine inanıyorlar mı? Daha da ötesi, temsil edilmek istiyorlar mı?

Oldukça uzun bir süredir Batı temsili demokrasilerinde de benzer bir itibar kaybı saptanmış, insanların bu tür temsili kurumlara duydukları güven, ilgi ve ihtiyacının başka kanallara akmakta olduğuna dair izlenimler belirginleşmiş olmakla birlikte, memleket toprağına has özellikleri de gözden kaçırmamak gerekiyor.

Türkiye’de temsil demokrasilerinin bütün dünyada içinde bulunduğu kriz halinin ötesinde bir durumdan, TBMM’nin ülke halklarının gözünde kendisine atfedilen işlevlerinden iyice uzaklaştığından söz edilebilir. Bu seçmeler, yani ülke halkları için olduğu kdar seçilenler için de böyle.

Aksi halde, Millet Meclisi’ndeki işlevlerinin partiler arasında bir inatlaşma olduğunda orada bulunup el kaldırmaktan farklı bir şey olduğunu düşünen milletvekillerinin neden oturumlarda bulunmadığını açıklamak pek mümkün olmazdı. Ya da seçmenin Meclis’te iradelerini temsil edecek vekilleri seçmek için neden sandık başına gitmedikleri de. Ayrıca sözü edilen ilgisizliğin, hevessizliğin demokratik işleyişe “neredeyse yeni kavuşulduğu” bir dönemde bu kadar bariz olması gözardı edilmemesi gereken bir argüman.

Ülkemizde milletvekillerinin, onları seçenlerin ülke politikasında etkili ve söz sahibi olmalarını sağlamak, siyasi görüşlerini, inançlarını, taleplerini temsil ettikleri seçmenlerin bu düzlemde vekaletini üstlenmek gibi görev tanımlarının neredeyse tamamen dışında olduklarını söyleyebiliriz. Zaten seçmenlerin de böyle bir beklentisi yok.

Milletvekillerinin işlevi, politika üretmek, temsil ettiği insanların hayati sorunlarını çözümleyici yasalar çıkarmaktan çok devlet katında “iş bitirmek”. Bu nedenle milletvekilleri, Meclis’te yasa çıkarmak gibi “lüzumsuz” işlerle vakit kaybedeceklerine, odalarında sağa soal telefonlar yağdırıp binlerce bardak çay ısmarlayarak, seçmenlerinin tapu, arazi anlaşmazlığı, devlet dairesinde işe girme vs. gibi sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. Ülke politikalarında etkili olmak bi yana, akıllarının böyle işlere erdiği de şüpheli. Bu da Meclis’te olduğu gibi mensubu bulundukları partilerin politikalarının tespit edilmesindeki işlevlerini de oturumlarda el kaldırmakla sınırlıyor. Bu politikaları kontenjandan Meclis’e giren akıl fikir erbabı üretiyor.

Siyaset yapma; bir siyasi partiye girip milletvekili olma ya da partide aktivite gösterme olarak algıladığından, halkın siyasi partilere ve seçim sistemine ilgisizliği de apolitiklik olarak değerlendiriliyor. Yani anılan duruma konulan teşhis bu. Ancak üzerinde hemen herkesin birleştiği politika ve politiklik tanımları bu teşhisi geçerli ve anlamlı kılabilir. Siyaset, siyaset etmek, siyasi insan tanımları alışılmış, benimsenmiş anlamlarının dışına çıkartıldığında apolitiklik gibi görünen olgu aslında başka bir katılım kanalı arama, sorunların çözümüne ve kararların alınmasında doğrudan katılma talebinin bir ifadesi olarak da görülebilir.

“Apolitik toplum” teşhisini koyan yerleşik düzen partilerinin seçenlerin ve seçilenlerin, yönetenlerin ve yönetilenlerin bu konumlarının mutlaklığı üzerine kurulmuş dünyalarında, fazlaca rahatsız olacakları bir şey yok. Aynı malları daha az satmaya başlayan şirketler gibi oturup reklam harcamalarını artırmayı, vitrinlerini ambalajlarını yenilemeyi, politik programlarını daha albenili bir tüketim nesnesi haline getirmeyi hedefliyorlar. “Daha fazla satılacak” fikirler ve yollar icat edip bunları ön plana çıkarmaya çalışıyorlar. Ellerine geçen her şeyi araç olarak kullanıyorlar. Kadın hakları mı? Çevre sorunları mı? İşsizlik mi? Hangisini beğenirsiniz.

Ama halinden memnun olmayanlar sorunun kökenini siyaset ve siyaset etme kelimelerinin yerleşik tanımında arayabilir. Bütün dünyada temsili demokrasilerin, parlamenter sistemlerin aynı bunalımı yaşaması olgusundan yola çıkarak, insanların şimdilerde resmi politika kanallarında massedilmiş olsalar da yine etkin ve umut verici olan parlamento dışı muhalefet hareketlere itibar etmesinde, daha doğrudan bir katılım isteğinin ifadesini bulabilir. Siyaseti günlük hayat alanına taşıma; günlük hayatı, insan ilişkilerini, cinselliğini, tüketim alışkanlıklarını, kullandığı dili sorgulayan insanı siyasi insan olarak tanımlama, içine sıkışılmış gibi görünen hareketsizlik ve cansızlığın aşılabilmesinin yolu olabilir. Alışılagelmiş siyaset alanına ilgisiz görünen insanların bu davranışında sadece seçtiği ve yönetildiği bir düzlemi reddetmenin ipuçları yakalanabilir. Özellikle 12 Eylül’den sonra meşruiyet arama telaşı içinde o veya bu siyasi partide etkin olma ya da legal parti kurma peşinde koşarken kaybettiğimiz hafızamızı yoklarsa, bu ipuçlarının bizi bir vakitler sahip olduğumuz bir hayale, doğrudan demokrasi fikrine ulaştırabileceği görülebilir. Bu hayalin şimdi uzak görünmesi, gerçekleşebileceği umudunu ortadan kaldırmıyor.