Demir Küçükaydın
Henüz iki yüz yıl önce, kendini ulus olarak tanımlayan insan toplulukları, Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde, Avrupa’nın Batı kıyılarında İngiltere, Fransa vs. ve Amerika’nın doğu kıyılarına serpilmiş küçük kolonilerden başka bir şey olmayan ABD gibi birkaç ülkeyle sınırlıydı. Avrupa’nın göbeğindeki Almanya’nın bile bir ulus-devlet olması yüz yıl sonra gerçekleşebilecekti.
Bugün ise yeryüzünün bir karış köşesi yoktur ki, herhangi bir ulusa ait olmasın. Hiçbir örgüt yoktur ki, ulusal olmasın. Ulusal olmayan örgütler bile uluslararası ya da üstü, yani yine ulus ilkesine göre örgütlenmiş, kendilerini öyle tanımlayan kuruluşlardır.
Henüz iki yüz yıl önce, yeryüzü insanlığının büyük çoğunluğu için herhangi bir ulustan olmak gibi bir problem yoktu. Bugünün insanına ise, herhangi bir ulustan olmamak ya da ulus-devletin yurttaşı olmamak akıl almaz, olanaksız bir şey olarak görülür.
Milliyetçiliğin ve millet ilkesinin böylesine tartışılmaz bir tarihsel zafer kazandığı bir dünyada “milliyetçiliğin sonu”ndan söz etmek bir paradoks veya saçmalık değil mi?
Henüz on yıl önce, “ulusal sorun”un Sovyetler’de çözüldüğü ve yeni “Sovyet tipi insan”ın ortaya çıktığı söylenirken; bütün o “yeni tip” insanların milliyetçilik rüzgarlarına kapılıp birbirini boğazladığı, milliyetçilik rüzgarının Kanada, Fransa, Belçika, İngiltere gibi ülkeleri bile sarstığı bir dünyada “milliyetçiliğin sonu”ndan söz etmek gerçeğe gözlerini kapamak değil mi?
***
Milliyetçilik; “akıl tutulması”na uğramış modern toplumun, diğer bir deyişle aydınlanmanın günah çocuğudur.
Bütün büyük dinler, yani kapitalizm öncesi uygarlıkların ideolojileri; “Hayatın anlamı nedir?”, “Niçin varız?”, “Niçin ölmek zorundayız?”, “Nereden gelip nereye gidiyoruz?” benzeri temel ve yüksek düzeyde felsefi, ama aynı zamanda milyonlarca “basit” insanın hayatında büyük önemi olan ve onlara anlam veren soruları sorarlar ve onlara şu veya bu şekilde cevap verirler.
Aydınlanmacı düşüncede ise bu soruların yeri yoktur. Fakat aydınlanmacı düşüncede bu soruların yer bulamaması, bu soruların insanların hayatında yeri olmadığı anlamına da gelmez. O zaman modern toplum eski dinlerin bu fonksiyonu yerine milliyetçiliği ikame edilmiştir.
Son iki asırdaki teknik başarılar ve bir bütün olarak zenginliğin artışı büyük dinler yerine ikame edilen milliyetçilik ideolojisinin zaafının görülmesini engellemiştir. Ama şimdi, aydınlanmacı düşüncenin krizinin yaşandığı bir dünyada, bu düşüncenin “günah çocuğu” olan milliyetçiliğin bir kriz yaşamaması olanaksızdır.
Bir rastlandı değildir son yıllarda dini ideolojinin de tekrar güçlenmeye başlaması. Milliyetçilik; insanlara bütünsel bir perspektif, bir hayat ve dünya görüşü verme yeteneğinde değildir. Bunlar onun alanı dışındadırlar. Milliyetçiliğin bu zaafı, bugün tüm aşılmazlığıyla ve çıplaklığıyla ortaya çıkmış bulunuyor.
***
Bugünün dünyasında, evrensel bir program olmadan ve insanlığın büyük çoğunluğunu kazanmadan insanlığın hiçbir sorununu çözebilmek mümkün değildir. Milliyetçilik ve millet tanımı gereği, o milletten olmayanları; dolayısıyla, her millet ancak insanlığın küçük bir azınlığını oluşturduğundan, insanlığın büyük çoğunluğunu dışlar. Dolayısıyla yine tanımı gereği insanlık için bir program oluşturabilme problemi ve yeteneği yoktur.
Dinler, milliyetçilikte olmayan, insanlığın çoğunluğunu kapsayabilme potansiyeli ve geleceğe ilişkin bir program sunabilme yetenekleriyle tek güçlü alternatif olarak yeniden güç kazanıyorlar.
***
Ama sadece aydınlanmanın ve milliyetçiliğin zaaflarını gösteren dini ideolojinin yükselişi değil, milliyetçiliğin sonunun habercisi. Onun bizzat şu son yıllardaki yüksekliği de kendi çöküşünün bir görünümünden başka bir şey değil aslında. Geçen yüzyılın derebeyliğe ya da artık imparatorluklara karşı gelişen ulusal hareketleri, ya da bu yüzyıldaki sömürgecilere karşı direnişin ifadesi hareketler; sadece ezilen ulusları kurtarmakla kalmıyor, ama aynı zamanda ezen ulus ve bir bütün olarak dünya üzerinde de kurtuluşçu bir etkide bulunuyordu. İlerici bir anlamı vardı, dolayısıyla başka uluslardan ve ezilenlerden de her zaman için bir yankı bulabiliyordu.
Bir de bugünün milliyetçiliğini göz önüne getirin. Baltık cumhuriyetlerinin Batı’yı seçmesi, bizzat bu ulusların üzerinde bile kurtuluşçu bir etki yaratamadı, bırakalım dünyanın diğer köşelerinden yankı bulmayı. Sırp milliyetçiliğine direnen Hırvatlar aynısını kendi içindeki azınlıklara yapıyorlar. Dünyanın ezilenlerinden değil, Avrupa’nın faşist ve ırkçılarından destek buluyorlar. Ermeniler ya da Azeriler, bunların hangisi başka insanların kalbini titretebilecek bir çağrıya sahip? Hiçbirisi.
Bugün dünyada, kronolojik olarak günümüzde var olmasına rağmen aslında günümüze ait olmayan, çağrısı ve mücadelesi kendine ve başkalarına kurtuluşçu bir etki yaratabilecek olan tek ulusal hareket Kürt hareketidir denilebilir. Bu hareket; henüz ulusal hareketlerin ilerici, kurtuluşçu bir anlamının olduğu dönemin geç kalmış bir kuğu çığlığıdır. Ve bu niteliğiyle tartışılan konuda bir örnek teşkil etmez.
Günümüzün çürüyen ulusal hareketleriyle, dünün kurtuluşçu etki yapan ulusal hareketleri arasındaki zıtlığın en güzel örneği, onların kadınların ezilmesi karşısında yaptıkları etkilerde görülebilir. Bir kıyaslama için dünün ulusal hareketlerinin bugün yaşayan örneği Kürt hareketi örnek olarak alınabilir. Kürt ulusal hareketi, Kürt kadını için emansipasyon yolunda devasa bir adımdır. Bunu görebilmek için, geleneksel Kürt kadınlarına ait fotoğraflarla gerilla kadınların fotoğrafları karşılaştırılabilir. Biri ezilmişliği, köleliğin, diğeri de elinde silahıyla başkaldırmanın, umudun fotoğrafıdır. Buna karşılık ne Ermeni, ne Azeri, ne Hırvat, ne Sırp, ne Boşnak ulusçuluğunun kadınlar üzerinde böylesine kurtuluşçu bir etki yarattığı görülmez. Onlar, kadının köleliğini pekiştirmeye yönelik erkek ve seksist hareketlerdir.
***
Bir bakıma, sosyalizmin tüm çekiciliğini yitirmesi de aydınlanmanın ve milliyetçiliğin krizinin bir ifadesidir. Çünkü sosyalizm de, büyük ölçüde ilerlemeci, teknik hayranı ve ahlaki boyuttan yoksun niteliğiyle, aydınlanmanın günahıyla damgalı olmuştur. Sosyalizm ancak ciddi bir özeleştiri ateşinden geçerek aydınlanmanın günahından arınabilip milliyetçilik ve dini ideolojiler karşısında tekrar güç kazanabilir. Bu anlamda sosyalizmin çekiciliğini yitirmesine yol açan sorunlar aynen milliyetçiliğin sonuna da yol açacaktır. Milliyetçiliğin gerilemesi sonucunda onun yerini enternasyonalizmin veya sosyalizmin alacağını sanmak büyük iyimserlik olur. Milliyetçiliğin yerini belki enternasyonalizm değil, ama hem insanlığın tamamına bir çağrı, hem de bütüncül bir program geliştirme yetenekleriyle en azından bir süre büyük dinlerin üniversalizmi (evrenselciliği) alacaktır.
Milliyetçiliğe alternatif olacak bir sosyalizm; muhtemelen enternasyonalist değil, üniversalist (evrenselci) olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle; milliyetçiliğin sonu, bir bakıma enternasyonalizmin de sonu olacaktır. Tersinden bir ifadeyle; enternasyonalizmin bugünkü sonu, milliyetçiliğin sonunun bir göstergesidir.
Ne demek bu? Bir analojiyle açıklamayı deneyelim. Muhammet zamanında Arabistan’da yığınla aşiret vardı, tabii aşiretçilik de. Muhammet, her aşiret içinde aşiretçiliğe karşı çıkanları aşiretlerine göre birimler halinde örgütlemeye ve bu yöntemle onların yerine aşiretçiliğe karşı, enternasyonalist benzeri, enter-aşiretçilerin egemen olduğu aşiretler kurmaya kalkışmadı. Aşiretçiliği ya da enter-aşiretçiliği dışlayan, anlamsız kılan bambaşka bir yaklaşımla üniversalist din kardeşliği anlayışı ve buna uygun örgütlenmelerle zafer kazandı. Benzer şekilde, sosyalizm de ulusçuluğa karşı çıkarken bile, ulus prensibinin esiri olarak, yani kendini örneğin enternasyonalist olarak tanımlayarak, uluslar ölçüsünde devrimler yapmaya çalışarak, uluslar ölçüsünde örgütlenerek milletler ve milliyetçilik karşısında bir zafer kazanamazdı. Tam da bu, milliyetçiliğe milletleri veri kabul eden bir temelde karşı çıkması nedeniyle, milliyetçiliğin ufkunu aşamadığı için sosyalizmin bugünkü yenilgisi milliyetçiliğin sonunun kendi zıttındaki görünüşüdür. Enternasyonalizm olamıyorsa, nasyonalizm de olamaz.
***
Ulus ve ulusçuluk, son iki yüzyılın en anlaşılmaz olayı olma özelliğini koruyor. Bu olguyu açıklama yönünde devrim yapan araştırmaların çoğu ise son on yılın ürünü. Yine bunlardan biri olan kitabında Hobsbawm’ın dediği gibi, araştırmaların bu artışı ve verimliliği de bizzat milliyetçiliğin sonunun bir kanıtı sayılabilir. Minerva’nın baykuşu, akşamın alacakaranlığında öter. Yani insanlar, olayları ancak onların sonu geldiğinde kavrarlar. Şu sıralarda kavrayışın başlaması, sonun geldiğine delalet sayılamaz mı?