Saruhan Oluç
“Teknolojik gelişmeye yetişemiyorum.” Kişisel bilgisay arlarla çalışan ve bu alanların sağladığı kolaylıklara fena halde alışmış olanların sık sık kullandıkları bir ifade bu. Çünkü yeni olduğu düşünülen teknoloji satın alındığı ve kullanılmaya başlandığı anda eskimiş oluyor.
II. Dünya Savaşı’ndan bu yana teknolojik gelişmenin hızı çoğu insanı şaşırttı. Özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bu gelişlerin büyük bir hızla gündelik yaşamın birer parçası haline gelmeleri ise teknoloji ile aramızdaki ilişkiyi kolay kolay tanımlanamaz bir hale getirdi.
“Ben evime o aletleri sokmam” diyenler olduğu gibi “cebimde telefonum olmadan nasıl yaşayacağımı bilemiyorum” diyenler de var. Gelişmiş teknoloji ile pek fazla haşır neşir olmamış bir toplumun bireylerindeki teknoloji hayranlığı ve mistifikasyonu ile bunun karşıtı olan teknoloji ürkekliği ve düşmanlığı birlikte gelişiyor.
Belki de gelişmiş sanayi toplumu bireylerinin yıllar önce yaşadıkları ile şimdi bizler karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik yukarıda sözü edilen iki tür tepki, yeni toplumsal ilişkiler, yaratma, sağlama perspektifine sahip olduğunu iddia eden ‘sol’un çeşitli kesimlerinde de oldukça yaygın.
David Dickson da 1974 yılında yazmış olduğu ve Türkçeye “Alternatif Teknoloji, Teknik Değişmenin Politik Boyutları” adıyla çevrilmiş ve Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmış olan bu kitap, içerdiği tartışma malzemesi ve konuları itibarıyla güncelliğini korumasının ötesinde, bu tür tartışmaların uzağında kalmış olanlar için öğretici birçok noktayı da içeriyor.
Çağdaş teknoloji eleştirilerini, sanayileşme ideolojisini inceleyen Dickson, aynı zamanda teknik gelişmenin politik boyutları hakkında da önemli iddialara sahip. Dickson, teknoloji alanındaki gelişmeler yaratılırken var olan çeşitli toplumsal ve politik faktörlere dikkat çekerken, teknolojinin tarafsız değil, egemen sınıfın çıkarlarını besleyen bir özelliği olduğuna işaret ediyor. Bu saptaması ile de teknoloji, sanayi toplumu, çevrenin ve doğanın tahribi tartışmalarındaki önemli bir boyut eksikliğini giderme yolunda katkıda bulunuyor. “Dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunlar hiç de hafife alınır cinsten değil” ifadesi genel kabul görüyor. Avrupa’da 70’li yılların son, 80’li yılların ilk döneminde hızla kitleselleşen ve toplumsallaşan yeşil veya bir diğer adıyla çevreci hareket, dünyanın bugünü ve geleceği hakkında hiç de parlak olmayan bir durumun farkına varılmasına yol açtı. Doğa hızla tahrip ediliyor ve çevre hızla kirleniyordu. Bu gelişmenin sorumluları aranmaya başlandığı zaman, doğal olarak sanayileşme ve bununla birlikte teknoloji ilk akla gelen oluyor. “Sanayileşme her şeyin sorumlusu ise durduralım. Sanayileşmeyi; teknolojik gelişmeler bu sanayileşmeyi teşvik ediyorsa, durduralım teknolojik gelişmeleri sorunlar bitsin” ifadeleri pek yüksek sesle teleffuz edilmese de kafalardan geçiyor. Bu tartışma eksenlerinden biri...
Diğer tartışma ekseni ise daha politik ve gelecek perspektiflerine ilişkin. ‘Yeni siyasal düşünce’yi savunan anlayışa göre günümüzde öyle sorunlar ortaya çıkmış ya da eskiden var olan görüşler öylesi boyutlara varmıştır ki, bunların ‘faili’ kim olursa olsun, kurbanları toplumsal sınıflar ve ulusal devletler aşırıdır.
Bu global sorunlar, sermayenin değerlenme koşullarını tehdit ettiğine göre, kapitalist toplumlarda egemen olanların kimi kesimlerini bile daha başından, henüz kaopitalizm içinde sınıflarüstü bir anlayışla, sınıflararası bir koalisyon ve işbirliği yoluyla sorunun çözümüne yönelmek, hatta bu egemenlik ilişkilerini dönüştürmek isteyen sol ile güçlerini birleştirmeye ikna etmek mümkündür. Yani bu anlayışa göre sınıflararası, ve sınıflaraşırı bir ‘barış’ formülü, aynı zamanda dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunlara da çözüm getirecek ve herkesin mutluluğuna yol açacaktır.
Dickson kitabında bu iki tartışma eksenini de içeren noktalara değiniyor. Dickson’ın deyimiyle “Bir alternatif sistem kurmayı düşünmeden önce, temel toplumsal kurumlardaki ve onları denetleyenlerin ellerindeki iktidara karşı çıkmak ve bu iktidarı gizleyen mitolojinin işlevi ve doğasını açığa çıkarmak gerekiyor.”
Kitabın da adı olan Alternatif Teknoloji ise “alternatif toplum çerçevesi içinde geliştirilebilir “diyen Dickson, sorunu politik ilişkiler içinde yer alıyor. Böylelikle sınıflaraşırı ve sınıflarüstü değil, sınıflararası ilişkilerden ve çelişkilerden uzaklaşmadan sorunla ilgilenmek gerektiğine ilişkin pek çok malzeme veriyor. “Çağdaş teknolojiye ilişkin sorunlar teknolojik olduğu kadar politik sorunlardır” saptaması Dickson’ın genel yaklaşımını oluşturuyor.
“Şimdi teknolojinin yarattığı sorunları tartışacağımıza, önce sanayileşelim, bunların yarattığı sorunlarla karşı karşıya kaldığımız zaman çaresini buluruz” diyen egemen anlayışla mücadele edebilmek için, yani toplumsal ilişkiler ve sosyal perspektifine teknoloji tartışmaları da katmak büyük öneme sahip. Geç kalmış da olsak, dünyanın iyice küçüldüğü, her yerindeki sorunların herkesin sorunları haline geldiği, çözümün de ancak dünya çapında gerçekleşeceği bilinciyle bu sorunları tartışmak, politikanın bir parçası haline getirmek kaçınılmaz. David Dickson’ın kitabı bu yöndeki çabalar için bir başlangıç olabilir, son değil.