Metin Çulhaoğlu
Bugün Türkiye’de egemen-ideolojik siyasal yapının ağır bir bunalım yaşadığını, en azından “eskisi gibi gidemediğini” herkes kabul ediyor. Yaşanan durumu “iflas” olarak tanımlayanlar da var. Bir bakıma bu da kabul edilebilir. Ama ne dersek diyelim, sosyalistlere düşen, bu çözülüşü çözümlemekle kalmayıp çözülene almaşık sunmaktır.
Bu ise o kadar kolay olmuyor.
Kolay olmuyor; çünkü gerçekten köktenci almaşığı sunma durumunda olan sosyalistler inanılmaz bir “tarih bilinçsizleşmesi” yaşıyorlar. Bugün sosyalist kesimde, tarihselci ve belirlenimci yaklaşımın dışında bambaşka kurgulara rağbet hayli fazla. Tarihselci ve belirlenimci yaklaşımdan uzaklaşma, kendini en çok Cumhuriyet dönemine damga vuran egemen ideolojik-siyasal yapının özümlenmesinde gösteriyor.
Evet, egemen ideolojik-siyasal yapının bugün ciddi bir çaresizlik yaşadığı doğrudur. Ancak, bu söz konusu ideolojik-siyasal yapının en başından bu yana maddi süreçlerden bağımsız, keyfi yapay ve eğreti bir nitelik taşıdığı anlamına gelmez.
Daha açık konuşalım: Adına ister “Cumhuriyet ideolojisi” deyin, ister “Kemalizm””, 20. Yüzyılın başlarından günümüze uzanan ideolojik-siyasal yapı, Türkiye kapitalizmin özgül gelişme dinamiklerine, yani belirleyici maddi süreçlere uygun düşen bir yapı olagelmiştir. Yapay değildir. Türkiye kapitalizmine göre eğreti durmaz. Özetle bir hilkat garibesi sayılmaz. Peki, bu yapı özünde “antidemokratik” ve ceberrut mudur? Evet. Şoven ve asimilasyoncu mudur? Evet. İşçi ve emekçi düşmanı mıdır? Evet. Hepsine evet. Evet de, 20. Yüzyılın gecikmiş kapitalistleşme süreçlerine demokrasinin, hoşgörünün, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, işi ve emekçi sevgisinin karşılık düştüğünü ileri süren mi var yoksa? Cumhuriyet ideolojisini, varlık nedeni olan maddi gelişim süreçlerinden, yani sermaye birikimi dinamiklerinden kopararak “kapitalizme bile yakışmayan bir ucube” olarak göstermenin hiçbir anlamı yoktur. Bu, birtakım sermaye çevrelerinin saftirik solculara kurduğu bir tuzaktır, o kadar.
Tekrar edelim: Yapının bugünkü çözülüşü, onun tarih nezdindeki işlevselliğini, maddi süreçlere denk düşme anlamındaki “nesnelliği”ni yadsımak için gerekçe olmamalıdır.
Olursa ne olur?
Örneğin şu olur: Prens Sabahaddin’den Ağaoğlu Ahmet Bey’e, 1. Meclis’teki “2. Grup”tan Serbest Fırka’da ve oradan Said Nursi ile Rıza Nur’a kadar süreç içinde tasfiye edilmiş ya da dışlanmış kim ve ne varsa günümüzün almaşık tarih kurguları için malzeme yapılır. “Resmi tarihe karşı çıkalım” denirken bu kez birtakım gayri resmi zırvalıkların esiri olunur. Ama beterin de beteri vardır. En beteri ise, gayri resmi tarihin kimi kahramanlarından, bugün gereksinim duyulan köktenci düzen eleştirisi için neden umulmasıdır.
Oysa, tarihsel süreçlerin en çarpıcı özelliğidir; Oluşum halindeki düzen, tasfiye ettiği her öğenin bir yanını kendine saklar. Kapitalizm ve ideolojisi, feodalizmi ve üstyapısını böyle tasfiye etmiştir.
Türkiye kapitalizmi ve Cumhuriyet ideolojisi de böyle yapmıştır. Türkiye örneğinde, oluşum ve yükseliş sürecinin (sınıf mücadelesine karşı) öz savunma kaygılarıyla daha fazla çakışması, içselleştirmenin boyutlarını artmıştır. Bu nedenle, İttihatçılığın, Serbest Fırkacılığın, Ağaoğlu Ahmet Bey’in Said Nursi’nin ve benzerlerinin bir yanı bugünkü düzene içkindir.
Tarihsellik, içkinleşmiş öğeleri bütünden çekip ayırmaya, bunları en baştaki özgün kimlikleriyle yeniden ihya etmeye izin vermez. Kendi adıma çok açık konuşayım: Prens Sabahaddin’in anti-ittihatçılığının ve ademi merkeziyetçiliğinin, Rıza Nur’un anti-Kemalizminin, Ağaoğlu Ahmet Bey’in liberalliğinin ya da Said Nursi’nin batılılaşmaya tepkisinin, bugünkü düzene karşı tutarlı ve güçlü bir almaşık oluşturma açısından beş paralık değeri kalmamıştır.
Peki, sosyalistlerin bir bölümü neden merak sarıyor bu tür kurgulara?
Tarihselci ve belirlenimci yaklaşımdan uzaklaşılması, sosyalistleri sağa sola savuran en önemli etmendir. Tarihselci ve belirlenimci bakışı terk eden sosyalist, başlarda bir zenginleşme yanılsamasına kapılır: Artık eskiden göremediklerini görebilmekte, önemsemediği olguları bu kez gündemine almaktadır. Oysa böyle bir “düşünce zenginliği”, en çoğu, Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev”indeki tarihçinin dünyasını andıracaktır: Herhangi bir anlam ve bütünlük oluşturmadan kafanın içinde dolaşıp duran bir sürü solucanın dünyası…
Sosyalistler, kendi toplumsal projelerini, buna ilişkin teori, strateji ve birikerek günümüze aktarılmış nesnelliği reddedemezler. Hata, yapaylık, eğretilik vb. tekil insanlara, kuruluşlara vb. özgüdür. Maddi süreçlerde ise hata, yapaylık, eğretilik aranmaz. Dolayısıyla, bugün bir bunalım sürecine giren egemen ideolojik yapı, baştan bu yana “uygunsuz” olduğu için değil, yeni toplumsal dinamikleri artık kucaklayamadığı için bu duruma düşmüştür.
Bu bunalımın ya da aczin almaşığı, evlere “yaşanmamış tarih servisi” yapanların ortaya attıkları almaşık tarih kurgulamaları ve bu tür kurgulamaların sonucu olarak yoklanan garip cepheleşmeler değildir. Çözülüp acz içine düşenin boşalttığı alanın gerçek sahibi sosyalizmdir; kapsayıcı ve bütünsel bir sosyalizm projesidir.
Gündemde olan, bu projenin ete kemiğe büründürülmesi ve örgütlenmesidir.