Ayşegül Devecioğlu
Her şey benim artık bilemediğim bir tarihte ve şimdi ayırt edemediğim bir biçimde başladı. Başlangıç noktasını yakalayabilmekten uzağım- belki bunun artık önemi de yok- Olan biteni tanımlayabilmeme yarayan referanslar gün geçtikçe bulanıklaşıyor, elimden kaçıyor. Hissedebildiğim kopkoyu bir karanlık ve benim tek bir silahım var; hayret etme oyunu. Ama yine de size anlatmak istediğim tekil olayın tarihini verebilir, sizi de oyunuma katabilirim. 1 Eylül Çarşamba sabahı “Sabah 09.15 sularında evinden çıkan Küçükçekmece Ekipler Amiri Komiser Ömer Çakır, eşinin, ‘Ömer seni vuracaklar’ diye bağırması üzerine tetiğe bir kez basan, ancak silahın ateş almaması üzerine kaçmaya çalışan teröriste… üç el ateş ederek… saldırganı olay yerinde öldürdü…” (2 Eylül 1991 tarihli Sabah gazetesinden özetle.)
Canım! İşte her günkü olaylardan biri diyor içimden bir ses. O sese kulaklarımı tıkayıp düşünmeye çalışıyorum. Sabah gazetesinin o gerçekten “nazik” ifadesiyle üç el (Cumhuriyet’e göre beş el) “ateş etmek zorunda kalan” komiser, “saldırgan”ı öldürmek zorunda mıydı? Mesela ayağına ateş edip yakalayamaz mıydı? Mesela ayağına ateş edip yakalayamaz mıydı? Dahası onun görevi zaten yakalamaya çalışmak değil mi? Olay üzerinde fikir yürütüyorum; can korkusuyla ateş açmış olması da pekâlâ mümkün.
Ama aynı tarihli Gündem gazetesinde bir haber var. Gazeteye telefon eden bir kişi, kendisi gibi yüzlerce kişinin gözleri önünde komiserin “saldırgan”ı sıkıştırıp öldürdüğünü söylüyor. Doğrudur. Çünkü, aksine inanmak için neden yok. Benim gibi pek çok insanın olayın böyle gelişmiş olmasını doğallıkla kabullenmesine, komiserin yüzlerce tanık önünde cinayet işlerken gösterdiği pervasızlığına hayret ediyorum. Olayı gören yüzlerce kişiden (Hadi yüzlerce olmasın da on beş kişi olsun) birinin bile “yetkili merciileri” aramayı düşünememiş ya da buna cesaret edemeyecek bir hale gelmiş olmasına hayret ediyorum. Aslında bütün bunlarda hayret edilecek bir şey yok, ama olsun ben yine de hayret ediyorum. Kendi şaşkınlığıma denize düşenin yılana sarılması gibi sarılıp, belki katil komiserle ilgili soruşturmaya açılabilir diye düşünüyorum ama böyle olmuyor; çünkü haberin devamında İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in olay yerine giderek komiseri kutladığı ve “Arkadaşımız bu şahsa hak ettiği cezayı vermiş, uyanık davranarak bizi sevindirmiştir” dediği yazıyor. Aslında hayret edilecek bir şey yok, ama oyun böyle… Ben yine hayret ediyorum.
Emniyet Müdürü’nün, güvenlik güçlerinin bu memlekette hukukun, yasaların, yargı mekanizmasının üstünde olduğunu böyle bir gözü peklikle ve resmen ifade edebilmesine. Ertesi gün bütün gazeteleri tarıyorum. Şöyle bir haber arıyorum: “… da yaptığı tatili yarıda kesen Anayasa Mahkemesi Başkanı, ‘suçun tespiti ve cezaya karar verilmesinin bağımsız yargı organlarının yetkisi dahilinde olduğunu, güvenlik güçlerinin kovuşturma göreviyle haiz bulunduğunu söylemesini…” Ya da Barolar Birliği’nin ayağa kalkmasını, Emniyet Müdürü’nün istifaya davet edilmesini bekliyorum. Hayret böyle bir haber yok. Hayır; aklım tamamen başımda (henüz). Gazetelerde yalnızca şöyle bir habere rastlıyorum. “Başbakan’dan kahraman komisere ödül ve takdir…” Komiseri İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun elini öperken, belki de sıkarken (ayırt edilmiyor) gösteren bir fotoğrafın altındaki küçük haberde Kozakçıoğlu, komiseri, teröristin saldırısı sırasında gerekeni yaparak güvenlik güçlerinin mücadeleye hazır olduklarını gösterdiği için tebrik ediyor ve Başbakan adına miktarı açıklanmayan ödülü veriyor (Sabah gazetesine göre on milyon). Demek yapılması gereken öldürmek… Demek daha “insaf” sahibi bir polis, (yasalara göre hareket eden bir polis diyemediğimiz için) ateş etmese ödül almak bir yana, belki de işinden olacak. Buna da şaşırıyorum.
Daha ertesi gün ödül töreni ve Kozakçıoğlu’nun sözleriyle ilgili bir haber arıyorum. “Baro Başkanı’nın İstifası; avukatların cüppeleriyle yürümesi” gibi şeyler… Hayret! Hiçbir şey bulamıyorum. Buna karşılık Sabah gazetesinde “teröristin cenaze töreni” başlıklı bir haber var. Kendini yerden yere atan annesi, “Oğlumu bu hale getirenlere lanet olsun” diye bağırıyor. Bunu, “Oğlumu böyle öldürenlere lanet olsun” diye okumaya çalışıyorum; olmuyor. Ertesi gün daha ertesi gün de hiçbir şey olmuyor. Artık hiç olmazsa arkadaşlarımın, “Böyle şey olur mu?” demesine de razıyım. Ama o da olmuyor. En kötüsü hiçbir şey olmayacağını baştan beri biliyorum. Hayret etme oyunu bitiyor. Her seferinde bir daha hayret edememekten, bütün olan biteni dünyanın en doğal şeyleriymiş gibi yaşamaya çalışmaktan korkuyorum.
Biliyorum ki, “teröristin sonu” adlı haberin altına yazılmış (Sabah, 2 Eylül 1991) “Silahta yapılan balistik inceleme sonucu 7 polisin öldürülmesi, bir komiserin yaralanması olaylarında kullanıldığı anlaşıldı” cümlesi, herkesin sessiz kalması için yeterlidir. Üstelik bunların doğru olduğuna dair hiçbir kanıt yokken… Biliyorum ki, komiseri öldürmeye çalışan kişi, o anda yaşama hakkını yitirmiştir. Öldürmemiş, hatta yaralamamış bile olsa cezası ölümdür.
Farz edelim yasalarda ölüm cezası olmasa da bu insan öldürülmeyi “hak etmiştir.” Çünkü suç işlediği varsayılan insanın cezasını polis verir. Ya sokakta öldürülür ya da suçlu olup olmadığı bile anlaşılamadan işkencede… Ve bütün bunlara kimse sesini çıkarmaz; “terörün” ancak böyle önlenebileceğini düşündüğü için, korkudan ya da devletin terörünü doğal addettiği için.
Komiser, devletin yetkili makamlarının da açık desteğiyle “teröriste” “gereken” cezayı verdi. Bakalım onun cezasını kim verecek? Bunun devlet eliyle olmayacağı tecrübeyle sabit. Zaten onlar açısından ortada bir suç da yok. Ancak devletin; yasaları ve hukuku çiğneyerek en kanlı cinayetleri, terörizmi yok etmek adına meşru kıldığı bir zeminde, meşruiyetlerini yine bu zeminden ya da bu zeminin verdiği çaresizlik duygusundan alan başka insanların ya da grupların “adaleti” yine bir tür yargısız infazla sağlamaya çalışmaları kaçınılmaz değil mi?