Haluk Gerger
“Uluslararası itibar” zamana göre değişen bir olgu. Bir ülkenin dünya kamuoyu nezdindeki durumunu, saygınlığını, hakkında oluşmuş olan yargıları ifade ediyor. Her ülke, insanlarda belli bir çağrışım yapıyor, belli şeyleri hatırlatıyor, belli bir imaja sahip kamuoyunun gözünde.
Bir zamanlar, markantalist, yeni “tüccar” değerlerinin egemen olduğu ve dünyanın bütünleşmeye başladığı bir dönemde ülkelerin saygınlığı zenginlikleri ile orantılıydı. Zenginlikse, altın stokuyla ölçülüyordu.
Sonraları, kapitalizmin gelişmesi, dünyanın tek pazara dönüşmesi ve sömürgeciliğin ortaya çıkmasıyla birlikte “güç” olgusu ülkelerin itibarını belirleyen temel etmen olmaya başladı. Saldırgan kapitalizmin sömürgeciliği, kaba kuvveti kutsayan bir değerler sistemi yaratmıştı.
Uygarlık geliştikçe “uluslararası itibar”ı belirleyen öğeler tabii değişmeye başladı. Zamanla, bir ülkenin zenginliği ya da gücü değil de barışçıl nitelikleri, sanat, teknik ve kültür alanlarındaki başarıları, demokrasi ve insan hakları konularındaki tutumları, dünya kamuoyundaki saygınlığını belirler hale geldi.
Türkiye ise içinde yaşadığımız dünyada kendi itibarını; hala çok gerilerde kalmış, bayatlamış, hatta artık insanlara itici gelen, ters tepen kavramlar ve değerlerde arıyor. Buna karşılık günümüzde bir ülkeye itibar kazandıran olgularda ise tam bir yoksulluk sergiliyor.
Bu nedenle de bugün Türkiye, uluslararası kamuoyunda itibarı en düşük ülkelerin başında geliyor. Biz ne kadar böbürlenirsek böbürlenelim, devlet adamlarımız ne denli itibardan söz ederlerse etsinler, gerçek şu ki Türkiye, egemenlerinin yönetiminde on yıllardır bir uluslararası parya durumuna düşürülmüştür. Özellikle 12 Eylül’le başlayan süreç sonunda da bugün uluslararası itibarının en düşük olduğu noktaya inmiştir!
Son yüzyıl içinde ulusların itibarını belirleyen hangi ölçütü alırsak alalım, Türkiye çok ama çok gerilerde kalmaktadır.
Türkiye, yoksul ve güçsüzdür. Türkiye, demokrasiden yoksun, insan haklarına saygısız, askerlerin yönetiminde egemen olduğu, sivillerin militarist değerlere sahip çıktığı, sporda, bilimde ve sanatta geri, az gelişmiş bir ülkedir.
Türkiye’de geniş yığınlar eğitimsiz, buna karşın seçkinler de düzeysiz ve birikimsizdir. Türkiye’de zenginler uygar vicdanları rencide edici ölçüde zengin ve sonradan görme, geniş yığınlarsa yine çağdaş anlayışa göre utanç verici ölçüde yoksuldur.
Devlet hoyrat, sistem kaba, egemenler kıyıcıdır. Yaşamın her alanında şiddet başattır, standartlar ve kalite düşük, insanlar arasındaki ilişkiler yozdur, ahlaki değerler aşınmıştır; çağın gerisinde bir didişmeden ibarettir sanki sayar.
Bu çerçeve içinde de emperyalist efendilerin gözünde Türkiye, uygarlık değerlerinden yosun, yoksullara karşı kullandıkları kendisi fakir, bağımlı be geri bir ülkedir. Dünyanın mazlum halklarının gözünde ise Türkiye, hep emperyalizmle işbirliği içinde bulunan, kendine yabancılaşmış, nesnel yapısı itibarıyla kendilerinden; ama öznel tavırları, yani dış politikası bakımından tümüyle “Batılı” bir garip yaratıktır.
Ve Türkiye en çok da demokrasi, insan hakları ve barış konularında, yani bugün uluslararası itibarın temel belirleyicilerinde tam bir yoksulluk ve gerilik sergilediği için dünya kamuoyu nezdinde tüm saygınlığını yitirmiş durumdadır.
Yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler, Kürtlere karşı girişilen savaş, askeri darbe söylentileri, Demirel-İnönü’vari sivil darbeler, resmi basının çağdışılığı vb. olgular da tuz-biber ekmektedir ülkenin zaten itibarsız imajına.
Bütün bu genel uluslararası itibarsızlık içinde ortaya çıkanın yaygın bir kimlik bunalımı, aşağılık duygusu ve boş böbürlenme olması tabii kaçınılmazdır. Politikacıların “itibarımız artıyor” teranesi, “devlet adamları” arasındaki “Bush beni daha çok seviyor” yarışması ya da “yeni Osmanlıcılık” arayışları, u acınası durumun kimi tezahürleridir.
Tefessüh etmiş bir sistemin içine düştüğü itibarsızlık bunalımından çıkış ise, ancak geniş emekçi yığınların önderliğinde sömürü, militarizm ve bağımlılık zincirlerini kıran bir demokratik silkinişle başlatılabilir.