Ece Ayhan
Yine yalnız kızlardan oluşmuş ya da oluşan bir sınıf düşünmeyi sürdürüyorum kafamda. Bir sürek avı gibi. Ve sormaya gerek yok, öğrencilerin hemen hemen hepsi de parasız yatılı:
“Kafa”da, “hayal”de, “imgelem”de… diye yazınca benim çatı katına benzeyen belleğime şunlar geliyor: İlkin ve elbet Borges tabii.
Ünlü Arjantinli şair, beşeri bir coğrafyadan sesleniyormuşçasına bir anlatısında, yaklaşık olarak diyor ki, “belki de bu dünyada bizim insan olarak hayatımız, geceleyin, bir ekvator ormanında sessizce ilerleyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir!” Evet, kim bilir? Kim bilebilir?
İkincisi: İnsana, bir yanılsamayla öyle sanıldığı gibi yalnız iki Dünya Savaşı arasındaki günlerde değil de, (kesinlikle ve bana göre) her zaman, güzellikler, yakışıklılıklar ve de hınzırlıklar bir yana, kan ve pislikten de oluşmuş olarak bakan ve çılgın aşk nedir bilmediği ya da hiç çılgın bir aşkla karşılaşmadığı için, alabildiğine koyu karamsar Fransız yazarı Ferdinan Céline’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” adlı ve bir bakıma benzers,z ve de algılanması, kavranması zor bir romanın ilk cümlesindeki gibi. “Hayalde bir yolculuk!”
Evet! Evet! Bütün yolculuklar gerçekte yalnız ve yalnız insan türünün kafasında geçer! İmgelemde dönenir!
Giderek, nasıl bir garip rastlantıdır bu anlamıyorum? Ne olursa olsun işte böylece Tezer Özlü konusuna güzel bir rastlantıyla girmiş oluyoruz bakın.
Çünkü, evet çünkü, Tezer Özlü yıllar sonra boy atıp da 1982’de Alman Akademisi’nin Değişim Servisi’nin bir konuğu olarak Berlin’de bulunurken, hayatını intiharla noktalamayı seçmiş olan İtalyan şair Cesare Pavese üzerine “Bir İntiharın izinde” anlatısını yazmış ve kitapla Marburg Edebiyat Ödülü’nü almıştı (1983).
Alman dilinde yazdığı bu ilginç anlatı, Türkçe’ye yine Tezer Özlü’ce çevrilerek “Yaşamın Sonuna Yolculuk” adıyla bir yıl sonra filan yayınlanmıştı (1984).
Yayınlandı, yayınlandı, ama böylece yanlışlıklar ve yanlış anlaşılmalar başladı. Kimi gazetelerin yazdığı gibi, Tezer Özlü intihar etmemiştir ya da daha doğrusu 1986’da 18 Şubat’ta İsviçre’de kurşun renkli Zürih hastane kentinde Altetad mahallesinde intihar ederek ölmemiştir, ölmedi.
Çeşitli vesilelerle hep söylerim. Gerçekle söylentiler arasında her konuda ve her zaman, değil öyle küçük uçurum, derin uçurumlar vardır, olabilir. Kim bilir belki de insan türünün hayatında kaçınılmaz bir şeydir bu. Ve nedense bizim Ortadoğu’daki bu insanlarımız bir gerçeği tam da tersine çevirmeye yatkın olabilirler ayrıca. Ama işin kötüsü yakın tarihimiz de böyle böyle kurulmuyor mu? Kurulmamış mıdır acaba? Bu uslu coğrafyada bir yanlışlık, üç kez yinelenirse, bilimsel oluyor sanılıyor nedense. Ne büyük bir yanlışlık değil mi?
1987’de Nilgün Marmara için yazdığım bir yazıda, Tezer Özlü’ye değinmiş ve şöyle demiştim: “Nazlı Tezer Özlü’nün başına, ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ romanında belirttiği gii, halim selim bir olay geldiyse 1968’de: Yıllar sonra da Nilgün Marmara bunu yazmaya 13 Ekim 1987’deki ölümünün yüzünden vakit bulamadı.”
Vallahi tallahi! Evet! İçtenlik ve özdenlikle yazıyorum ki, Tezer Özlü’yü de, onun çok insanda bulunmaz Doğrucu Davutluğu’nu her yerde, her kentte ve her sokakta arıyorum. Hayalet Oğuz’a olağanüstü ve eşsiz bir hayır işleyen bir insanı ben nasıl özlemem. Tezer Özlü artık benim bir yakın akrabam.
Ben zaten hep Hayalet Oğuz’la Tezer Özlü’yü birlikte düşünürüm, düşünüyorum. İç içe. Düşlerde, karabasanlarda bile böyledir bu.
Hayalet Oğuz’un gerçek adı Oğuz Alplaçin’dir. Pazar Postası gazetesinde, Seçilmiş Hikayeler dergisinde yayınladığı şiirlerine Oğuz Haluk diye imza atardı. Hayalet Oğuz gerçekten de kimi kimsesi olmayan bir insandı. Ömrünce kiralık miralık dahi bir evi olmadı. Ekmeğin boyunca bile de olsa bir barka ilişmedi.
Nilgün Marmara, Tezer Özlü ve Hayalet Oğuz! Onları ben birbirlerinden ayırdedemiyorum. Siz ayırdedebiliyor musunuz?
(Ben 128 Nilgün Marmara ile 99 Tezer Özlü’yü silgiler boyunlarında olarak ve mor mürekkepli cam hokkalarıyla aynı sıraya oturtuyorum. Hikayeci Füruzan da “temizlik kolu”ndadır. Gülten Akın, Sennur Sezer, Afet ılgaz, Nazlı Eray hangi kollardandı, çıkaramıyorum.
Tezer Özlü’nün bence en önemli kitabı, 1980’de yayınlanan “Çocukluğun Soğuk Geceleri” anlatısıdır. Özellikle öğretmenlerdeki cumhuriyet anlayışını çok iyi çiziyordur.
Anlatıda kimin kim olduğunu ancak özel bir anahtarla çıkarabiliyordunuz. Sözgelimi: “Günk” Gönenç, “Kurtiz” Ertem’dir. “Süm” ablası Sezer Duru. Çapa’daki doktor Selim Özaydın, abisi Demir Özlü, ilk eşi Güner Sümer, abisinin arkadaşı Ergin Ertem.
Kim bilir diyorum, belki de Türk yazınında kendi çocukluğunun ortamını, insanlarını anlatan en sıkı kitap “Çocukluğun Soğuk Geceleri”dir.
Bu arada “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ni dikkatle okuyanlardan olan Mehmed Kemal için hakçasına şiiri ve şiirselliği çok seviyor diyeceğim. Mehmed Kemal bir yazısında Tezer Özlü’nün Hayalet Oğuz’a “kelebek gibi” demesine değinmiştir.
Evet, merhaba Tezer Özlü! Güzelim ve yiğit Tezer Özlü!