Üniformasız askerler ve "küçük demokrasi"

Fikret Başkaya

Kavram kargaşası kafaların bulandırılmasını kolaylaştırıyor. Oysa kavramlar realitenin anlaşılmasında hayati bir işleve sahiptir. Türkiye’de her şey devlet içinde kotarıldığı ve ideolojik yanılsama sonucu insanların gözü devletten başka bir şey görmediği için, sivil-asker ayrımı da çarpıtılmıştır. Ve bu, Türkiye’ye özgü bir şeydir. Sanılıyor ki, sivil, devlet aygıtının üniformasız kesimidir… Devlet aygıtının adamlarının bir bölümü üniforma giymiyor diye neden sivil sayılıyor? Sorun bir kıyafet farklılığına indirgenecek kadar basit midir? İşlevleri ve devlet aygıtındaki konumları bakımından “sivil” denilenlerin askerlerden bir farkı var mıdır? Aslında işlevleri aynıdır. Ve bu işlev toplumu baskı altına alıp mevcut düzenin yeniden üretilmesini sağlamaktır. “Sivillerin” askerlerden yegâne farkı bunlar arasında egemen ideoloji (bizde resmi ideoloji) üreticilerinin de bulunmasıdır. Bu kesim, “sınıfın kendi hakkındaki yanılsamaların oluşumunu kendi başlıca geçim kaynakları haline getiren faal ve kuramsal ideologları da içerir. Aslında bunun tam tersi de doğrudur. Bizde “sivil” denilenleri de üniformasız asker saymak gerekir. Sivil olmak, bireysel, kişiye özgü bir şey değildir. Sivil, devlet dışı sınıf ya da katmanlardan birine aidiyet anlamında kullanılabilir ancak. Dolayısıyla, önemli olan bireylerin toplumsal konumları ve sınıfsal aidiyettir. Aslında devlet aygıtı içi ayrım önemsizdir ve son tahlilde sıradan bir biçim sorunudur. Nitekim devlet aygıtının asker olmayan kesimi de pekala üniforma giyebilirdi…

Cumhuriyet askeri bir darbeyle kuruldu. Cumhuriyette asıl yer alması gereken gerçek anlamda sivil güçler, cumhuriyete varan süreçte olamadılar. Etkin olmamaları için ne gerekiyorsa yapıldı. Üniformalı ve üniformasız askerler 1950’ye kadar durumu idare ettiler. 1950’de iç ve dış konjonktürün baskısıyla güdümlü bir demokrasiye geçildi. Aslında bu, dostumuz Samir Amin’in deyişiyle, “küçük demokrasi”ydi. Türkiye gibi yeni-sömürge statüsündeki ülkelerde aslolan askeri rejimlerdir. Bu ülkelerde “demokrasi” askeri diktatörlüğün krizini aşmak için devreye sokulur. Söz konusu olan, dozu kendilerince ayarlanan bir “küçük demokrasi”dir. Egemenler erken davranıp, iğdiş edilmiş, içi boşaltılmış kimi haklar verirler. Bu hakları gerektiğinden geri almak zor olmaz.

Küçük demokrasi geçerliyken, parlamento ve onun hükümetini ön plana çıkarırlar. Ama, “memleket sahipleri” sahnenin gerisindedirler. Egemenlerin hesabına sahneye koydukları oyunun gidişatından memnun olmadıkları ana kadar sahnede kalırlar ve süreç kaldığı yerden devam eder… Bu sürecin her aşamasında resmi ideoloji üreticileri üzerlerine düşeni yapmakta kusur etmezler. Küçük demokrasi geçerliyken demokrasi şampiyonudurlar… Paydostan sonraysa, askeri diktatörlüğe övgüler yağdırırlar. Üstelik yapılanan demokrasiye geçiş için zorunlu olduğunu söylerler… Elbette hizmetlerinin karşılığını da alırlar.

Tarihsel gelişim sürecinde demokrasi mücadelesi, devlet dışı güçlerin, ezilenlerin, emekçilerin iktidarını sınırlama mücadelesi olmuştur. Haklar kazanılıp korunduğu ölçüde egemenlerin egemenlik alanı sınırlandırılabilmiştir. Bizde sınırlı haklar cephede mücadeleyle koparılmadığı için, korunmaları da mümkün olmadı. Zaten söz konusu sınırlı haklar da egemenler tarafından bir manipülasyon aracı olarak görülmüştür. Eğer parlamento gerçek anlamda sivil güçlerin mücadelesi sonucu ortaya çıksaydı, belirli aralıklarla kapatamazlardı. Bizdeki küçük demokrasi kazanılmış haklara değil, “verilmiş haklara” dayanmıştır. Bugün hala darbe tartışmaları yapılıyorsa asıl neden budur.

Demokrasiye gerçekten ihtiyacı olanlar üniformalı, üniformasız askerler, onların, gerisindeki yerli oligarşi ve emperyalizm değil, ezilen, sömürülen, horlanan, ama her şeyin gerçek üreticisi, zenginliğin yaratıcısı olan emekçi kitlelerdir. Zaten burjuva demokrasisi diye bir şey de yoktur. Burjuva demokrasisi denilen, aslında ezilenlerin, emekçilerin, işçi sınıfının zorlu mücadeleler sonucu kapitalist toplumda kazandıkları mevzilerdir. Kazanılan mevzilerin önemi, verilen mücadelenin genişliğine bağlıdır. Türkiye’de askeri diktatörlüklerin ve “küçük demokrasinin” hep gündemde kalması, yeterince mücadele edilmemiş ve gereken bedelin ödenmemiş olmasındandır. Kitleler toplumsal sürecin seyircisi olarak kaldıkça, yeni oyunlar sahnelemeye devam ederler.

Bu yüzden ideolojik mücadele son derece de önemlidir. Baskı rejimlerini ayakta tutan, ekseri sanıldığı gibi, baskı aygıtları değildir. Egemenler asıl kitleleri ideolojik olarak köleleştirdikleri için egemen olabiliyorlar ve egemenliklerini kalıcı kılabiliyorlar. Bu nedenle resmi ideolojinin teşhir edilmesi gerekiyor. Bugün öyle bir mücadelenin başarılı olması için koşullar eskiye oranla çok daha elverişlidir. Resmi ideoloji hızla aşınmakta, yanılsama yaratma gücünü yitirmektedir. Burjuva partileri küçük demokrasi oyununu oynayamaz duruma geliyorlar. Sorunların çözümü gerçekten sivillerin (üniformasız askerlerin değil) sahneye çıkmasıyla mümkündür. İşte entelektüellere böyle bir dönemeçte önemli görevler düşüyor. Aksi halde üniformasız askerler (devlet aydınları) misyonlarının gereğini yapmaya devam edeceklerdir.