Koca mevsimde yalnız 11 yeni Türk filmi gösterilebildi. Ama son dönemde yapılmış 10-15 film de salon bulamadı. Türk sinemasının bu kısır ortamında en iyi film kuşkusuz Ömer Kavur’un “Gizli Yüz”üydü.
Sinema yazarları olarak geçen mevsimin Türk filmlerini seçmeye sıra gelince hepimizin yüzü asıldı, ortalığa, toplantının genel gidişinin tersine, bir hüzün suskunluğu çöktü. Öyle ya, daha çok yakın bir geçmişle yılda 100 filme film demeyen, üretken, verimli, “sadık bi seyirci” sahibi sinema bu kadar kısa zamanda böylesine güdük, kısır bir hale mi düşmeliydi?
Karşımıza koca mevsimde gösterime çıkabilmiş (o da hangi sinemalarda ve kaç zaman için?) sadece 11 film gelebilmişti. Son birkaç yıldır bu seçimlerde karşımıza gelen temel soru yine oradaydı: Seçim yapmalı mıydı? Yoksa bu durum karşısında sinema yazarlarının “üzüntülerini” belirten bir metin sunup, seçimi “başka bahara” mı bırakmalıydık?
Ama o ara, İbrahim Atınsay doğur bir şey söyledi. Artık her yıl bu aşağı-yukarı böyle olacak, 8-10 filmden fazlası sinemalara gelemeyecek, buna alışmalıyız ve işimizi, yapacaksak, bu duruma göre yapmalıyız tarzında bir şey söyledi. Gerçekten de sinemamız birden çok iyi şeyler üretmeye başlayıp eski seyircisini geri getiremeyeceğine (veya o genişlikte seyirci yaratamayacağına) göre demek her yıl benzer bir durumla karşı karşıya kalacaktı. En iyisi gerçekçi olmak ve yeni duruma uymaktı. Biz de öyle yaptık ve var olanın arasından seçimlerimizi belirledik.
Var olan gerçekten de az. Son bir-bir buçuk yıl içinde üretilmiş 10-15 film bile sinema salonu bulup gösterilemedi. Böylece, bizler sözgelimi “Uzun İnce Bir Yol”, “Seni Seviyorum Rosa”, “Devlerin Ölümü”, “Hasan Boğuldu”, “Raziye”, “Kurt Kanunu” vb. şenliklerde gösterilmiş ama seyirci önüne çıkamamış filmleri bile seçmemize alamadık.
Orada da gözüken 11 filmden üçü, bizim sinema yazarı olarak ilgimizi pek çekmeyen, zaten yapanlarında sinema sanatı açısından değil, kimi siyasal görüşleri ve ideolojik değerleri savunmak (ve bu yoldan da ceplerini doldurmak) amacıyla yaptıkları ‘İslami filmler’di. Bu açıdan, Mesut Uçakan’ın “Sonsuza Yürümek” (Yalnız Değilsiniz-2), Ünal Küpeli’nin “Benim Zaferim” (Cemal Kamacı’nın yaşam öyküsü), Yücel Çakmaklı’nın “Kurdoğlu” filmlerini, biz kusura bakılmasın, ciddiye alıp seçmemizin içine katmadık. Daha doğrusu, 15 sinema yazarından hiçbiri bu filmlerle ilgili olarak oy vermedi.
‘Dışarıdan’ bir bakış
Geriye kalan filmlerden Ümit Elçi’nin “Mem-u Zin”i özel konumu dolayısıyla ilgi gören, ama sinema dili açısından biraz müsamere düzeyinde kalan biraz ilkel bir yapımdı. Melih Gülgen2in “Tatar Ramazan”ını tüm isteğime karşın bir yerlerde yakalayıp göremedim. Ama pek bir şey yitirdiğim kanısını uyandıracak herhangi bir izlenimle karşılaşmadım. Canan Gerede’nin “Robert’in Filmi” ise sanırım ki biz Türk aydınlarının tüm duyarlılıklarına sanki istemeyerek sırtını dönmüş ve sanki yalnızca “yabancı gibi” görülmüş Türkiye, İstanbul, Türk toplumu gerçekleriyle, amacına ulaşan bir film olmuştu. Yani yabancılardan sınırlı da olsa ilgi gördü, olumlu eleştiriler de aldır. Ama biz dahil bu filmi seven bir tek sinema yazarı (Türk sinema yazarı) çıkmadı. Yönetmenin amaçladığı buysa (ki öyle gözüküyor) ne denir?
‘Ukala’ bir film
Geriye kalan filmler arasında en iyisi, kuşku yok ki Kavur’un “Gizli Yüz”üydü. Türk sinemasının bu kısır ortamında, böyle bir filmin yapılabilmiş olması bile neredeyse bir mucize gibi gözüküyor şimdi.. Üstelik genel geçer seyirciye seslenmeyen yabancılaştırıcı, ayrıksı, zor ve ‘ukala’ bir film bu… Ama başarısı (eleştirel ve de popüler başarı; ikisi birden), belki de sinemamızın önünde açılan yollardan birini (tek yolu değil, ama yollardan birini) işaretliyor sanırım:
Şimdiye dek yapılana benzemeyen, ‘miktarlı münasip’ sıra dışı, yeterince, ‘entelektüel’ gereğince ayrıksı, tek sözcükle ‘farklı’ filmler yapmak… Ve artık sinemaya (çoluk-çocuğun dışında) ancak aydınlar, sanata gönülden ilgi duyan meraklılar gittiğine göre, sinemamıza Orhan pamuk gibi yazarların, Ömer Kavur gibi görüntü ustalarının ve geniş bir ekibin uzun sürmüş çabalarıyla oluşturulan değişik, yenileyici, farklı yapıtlar sunmak… Ne dersiniz?
Uzlaşma
Daha geride, Tunç Başaran’ın yine popülerliği yakalamış, sıcak, naif, ve sevimli “Piano, Piano Bacaksı”, Oğuzhan Tercan’ın bizim için Abdi İpekçi olayına yaklaşımı yetersiz gözükse de kendi dilini kurmuş, kendi bütünlüğünü oluşturmuş, hele bir film için şaşırtıcı olgunluktaki filmi “Uzlaşma”, Yavuz Özkan’ın oldukça ilgi çekici ve gerçekten değişik bir film yapma çabalarının ancak sınırlı bir başarıyla yetinmek zorunda kaldığı “Ateş Üstünde Yürümek” kalıyordu.
Bir de Yaşar Kemal dünyasına tıpkı Canan Gerede gibi ‘dışarıdan’ atışmış bir bakışla bakan, ancak bu kez yabancılaştırma çabalarını çok kolay paylaşılabilir ve çok daha görselleştirilmiş kılan, Barbro Karabuda’nın yönettiği ‘Menekşe Koyu’.
DORSAY’A GÖRE EN İYİ BEŞ TÜRK FİLMİ
Gizli Yüz/ Ömer Kavur
Piano Piano Bacaksız/ Tunç Başaran
Uzlaşma/ Oğuzhan Tercan
Menekşe Koyu/ Barbro Karabuda
Ataş Üstünde Yürümek/ Yavuz Özkan