Orhan Koçak
Oğuz Atay, kısa ömrünün sonuna çok yaklaştığında bile anlaşılmamaktan yakınıyordı, en çok da “solcuların” anlayışsızlığından; Avşin’in yazıhanesinde çalışan ve ‘Tutunamayanlar’ı okumaya çalışan sağcı genç: ‘Hareket’ dergisinde ‘Tutunamayanlar’ı bizim halkımızın romanı olarak niteleyen yazar (ne var ki ‘Tehlikeli Oyunlar’dan söz etmedi): evet bunlar, şartlanmış burjuva kendilerini solcu sanan aydınlar gibi uzak hissetmediler kendilerini bana. Belki benim yarı alay yarı ciddi övündüğüm taşralılığımın payı vardır bunda” (Günlük. S. 256).
Ölürken olduğu gibi burada da biraz aceleci davranmıştı galiba: Hakkında en çok en iyi yazılmış romancılardan biridir O. Atay. Ve bu yazıların çoğu da soldan ve “burjuva” kökenli aydınlardan gelmiştir: Berna Moran, Murat Belge (Üstelik, 1972’de, “solculuktan” ötürü tutukluyken). Çağlar Keyder, Füsun Akatlı, Oğuz Demiralp, Ömer Madra, Enis Batur, Nurdan Gürbilek, Hasip Akgül... Üstelik, yöntemsel nesnelliklerine karşın, hepsi anlayışlı ve dostça eleştirilerdi bunların. En sert görünen Belge ve Gürbilek’in yazılarında bile. O. Atay’ın o ünlü “çözümsüzlüğünün”, başka bir deyişle ironisinin, bir doğruluk ve dürüstlük tekniği olduğu kaydediliyordu:
Bir hakikat olarak yaşamadığı şeylere inanamamak, yalan söyleyememek. Anlaşmazlığın payı, kısaca (Demek “burjuva –kendilerini solcu sanan- aydınlar” 70’lerden sonra çözümsüzlüğün o kadar kolay olmadığını görmüşlerdi...)
Yine de, O. Atay’ın tam anlaşılamayan; çünkü hiçbir zaman tam anlatılamayacak bir yanı vardır.
Kendisi de farkındaydı bunun: “Ben, seninşe ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- ‘Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm’ derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. Bu sözü kullanırken aslında, amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. Seni gülünç duruma düşürmek istediğimi ya da genellikle eski kuşakları alaya almak istediğimi sanıyorlar” (“Babama Mektup”, Korkuyu Beklerken, s.172.). Alay, bir iç doğruydu, anlatılamayacak; çünkü anlatıldığı anda anlamsızlaşacak ve buharlaşacak bir bağlılığı koruyan bir kozadır O. Atay’da. “Mizah zırhının tangırtısı”ndan söz etmişti Ö. Madra – ama bu zırh Atay’ın kendi benliği değil, başkalarını, çevresini ve iç dünyasını dolduran insanları koruyordu. Kimden? Biraz dış dünyadan, biraz da dış dünyanın Atay’daki temsilcisi olan saldırgan dürtülerden. Sevgiyle, endişeyle yumuşatılmış saldırganlıktır alay-. O. Atay, çevresindeki insanları dış dünyanın yalın saldırganlığından korumak için onları kendi iç dünyasının o kaygılı, o mayhoş (Ne tatlı, ne acı) mekanına alıyor, başkaları daha büyük kötülük yapmasın diye kötülüğün birazını onlara kendisi yapıyordu. Küçük kabahatler, büyük cezalardan korur bizi.
Tam anlatılması imkansız, demiştim. Yakınlarımızın saçmalıklarına, sıradanlıklarına duyduğumuz sevgi, bağlılık anlatılamaz. Fazla somut, fazla tekil, fazla tikeldir, anlatıldığı zaman dilin evrenselliğine bürünerek genelleşir. Ve sahip olduğu yarım-doğruluğu da yitirir. Atay anlatmak zorundaydı: Bu çok tikel yarım-doğruların, bu sıradanlıkların, kamusal yaşamın soyut genelliği karşısında eleştirel bir gizilgücü olduğunu seziyordu belki (Atay’da Kemalist kamusallığın ve siyasetin eleştirisine dikkat çekilmiştir. Şu da “Babama Mektup”tan: “1892’de doğdun. Ülkemizin ömür sınırını çoktan aştın. Duyduğuma göre İsveç ortalamasını filan bulmuşsun. Köyde, kasabada, taşrada yetiştin. Olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilenkonların arasında yer aldın.” Korkuyu Beklerken, s. 175. Öyküdeki baba, “mebus intihap edilenlerdendir”). Öte yandan, doğruluğun ancak anlatılan, açığa çıkarılan bir şey olduğunu da biliyordu (“Senin başına gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. Senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum; çünkü, sözlerime ‘muhatap’ olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek bir durumda değilim galiba babacığım. Genellikle belirsiz bir isyan halindeyim.” a.g.y, s. 181.). Anlatmak zorundaydı ve anlatılamayacağını, anlatınca gülünç olacağını biliyordu. Bunu, bir anlatım ve yazım tekniğine dönüştürdü: İroni.
Kemalizm. Şimdilere bittiğinden, çözüldüğünden, içi boş bir zırha dönüştüğünden söz ediliyor. Oğuz Atay için her zaman çoktan bitmişti. Onu bir bakıma içerden yaşadığı için, hiç tam inanamamıştı. Bu yüzden, ondaki Kemalizm eleştirisi, çok sevdiği Kemal Tahir’deki eleştiriden epeyce farklıdır.
Kemal Tahir, hem kendi kızgınlıklarını, saldırganlıklarını hep dışa atar ya da dışa yansıtır, hem de son dönem Türk siyasal tarihinin figürlerini hem de biraz fazla büyütür gözünde. Atay zaafı hem içerden yaşamış (Bir çocuğun kendi babasının zavallılığını görmesi gibi biraz) hem de Kemal Tahir’deki hasetten hiç pay almadığı için, dışa yansıtma (projeksiyon) mekanizmasına başvurmaz, tam tersine içselleştirerek kudretinden korkutuculuğundan ve kötülüğünden arındırır: Emekli Albay Hüsamettin Tambay.
Her türlü yeşil ve haki kumaşın bana bir iç bulanması verdiği 1973’te okumuştum “Tehlikeli Oyunlar”ı. Düşüncelerimi, eleştirimin hedefini değiştirmedi, ama nefretimin basıncından, sıkışıklığından, eziciliğinden kurtardı beni. Vahşetini dışarda bırakarak, ama o dışarda kalmış vahşeti hiç unutturmadan. Atay’ın kaygılı gülümseyen, mayhoş iç mekanının bir parçası olmuştu albayım. İyileşen, iyileştirici bir figür.
Atay, yaşayabilmek için, kendi iç mekanını, iç boşluğunu çok iyi olmayan, ama o kadar da kötü olmayan figürlerle doldurmak zorundaydı. Biz de onun anısını öldürmemek için çevresini ona yakın yarlarla dolduralım.
Onu Beckett’le (İngiliz değil. İrlandalı” derdi). Vüs’at O. Bener’le, biraz da Dostoyevski’yle birlikte okuyalım.