Musa Ağabey’le Konuşmalar -1

Yaşar Kaya

Bir defa yazacaktım sizi, öyle yaptım. Hatıralarınızın önsözünde anlattım sizi, bir daha yazmayacaktım. İkincisinde, “Kımıl”da fıkra yazarlığınız için bir şeyler yazdım. Üçüncüsü mü? Üçüncüsü “ölümsüzlük ilanınız”dı.

Telefon edip Diyarbakır’a gidip gitmeme konusunda fikrimi sormuştunuz, “Gitmeyin” dedim. Keşke konuşmamızı imkân olsaydı da banta alsaydım. Olmadı, bazen insanın gönlünce olsun istediği şeyler olmaz. “Gideyim, geleyim. Ayın 23’ünde Amerikan Konsolosluğu’ndan beni özel davet ettiler. Beni bırakma, beraber gidelim” demiştiniz. “Peki” demiştim. Bir yere yalnız gitmenizi istemiyordum. Randevumuz yarım kaldı, çocuklarımın güzel “dede”si Musa Dede. Mutlu yaşadım hep, otuz yılda hiç kırmadım sizi. Şimdi de mutluyum.

Sizi uzun uzadıya anlatacağım, öyle gözüküyor. Buna “Son konuşmamız” diyecektim, ama diyemiyorum. Daha çok konuşacağız, sizi en uzun ben anlatacağım, çünkü “Oğullarım, kızlarım var gelecekte beni anlıyor musun”?

Sizi halkım anlatıyordu. Onlarca, yirmilerce yıl önceydi. Ben Ardahan, Kars, Erzurum, Ağrı’ya, yani Serhat’a gidiyordum. Benim hal hatırımı soranlar bana, “Hele bir dakika dur. Sana Musa Ağabey’in bir fıkrasını anlatayım” diyorlardı ve senin fıkralarını ezberden anlatıyorlardı. Kaç hapishanede, kaç evde, Suadiye’deki Emin Ali Paşa Caddesi’ndeki “evimiz”de kaç yazınızı okudum, siz de zevkle dinlediniz. Sayısını bilmiyorum. “Hele şunu oku. Zaten sen okumayınca ben yazdığımdan bir şey anlamıyorum” diyordunuz. Şimdi oralarda, o ıssız yerlerde kim okuyacak o el yazılarınızı? Bu son aylarda bana, “Yorulma” diyordunuz, “Bak, ben ölmek istemiyorum” diyordunuz, “Dünya şimdi güzelleşti, mücadelemiz şimdi güzelleşti, sizleri nasıl bırakır giderim?” diyordunuz, “Vallahi, şimdi ölmek çok zor olacak” diyordunuz. Bu dayanılmaz acılar denizinde bırakıp bizleri, nereye yolculuk yaptınız; benim, ülkemin eli bastonlu, eli asalı en büyük dervişi? Toprağımın hangi parçasına gittiniz? 1958 yılındaydı siz Diyarıbekir’de idiniz. Ben ve iki arkadaşım. Dr. Mehmet Şükrü Sekban’ı Şişli’deki evinde ziyarete gitmiştik, Xoybun’un, evet Ağrı direnişini de örgütleyen Kürt Milli Partisi Xoybun’un içinden çıktığı Lübnan’ın Bihmadun şehrindeki Kürt kongresine başkanlık eden Dr. Mehmet Şükrü Sekban’ı ziyarete gitmiştik. Üçümüzün de Karslı olduğunu öğrendikten sonra ayağa kalktı, pencereye yürüdü, camın önünde durdu. “Çocuklar, Musa Anter ne yapıyor?” dedi. “Efendim, Diyarıbekir’de gazete çıkarıyor” dedim. Sustu, biraz daha sustu. Salona ve bize döndü, iki yanağında iki damla gözyaşı akıyordu. Bir tek cümle söyledi: “O çocuk var ya, o çocuk bizim Pierre Lermit’imizdir” dedi.

Biliyorsunuz biz cezaevinde iki arkadaşımız örfi idareye rağmen Mehmet Şükrü Sekban’ın cezaevinde buldular, onu uğurladılar. Bunu size anlatmış mıydım? Oysa ki, bizsiz gittin bu seferki gezine!

Ben Zerdüşt’ü görmedim, Saidıê-Kürdi’yi gördüm. Üçünüz yan yana aynı bölükte, aynı takımda nasıl da birbirinize benziyordunuz. Dervişlikleriniz, kalenderlikleriniz, ak saçlarınız, nur ve ışık saçan gözleriniz aynıydı. Beni hoş görün, öğretileriniz ayrı ayrıydı, üçü de halkımın ak saçlı bilge kişileri…

Dört bilinmeyenli denklem gibiyim. Şafak sökmek üzere. Sizden hiçbir şey saklamadım, bu gece sabaha karşı bu satırları yazarken doyasıya ağladım. Gözyaşları lezzet oldu geceme, ilk defa yalnızlığımı yaşadım. Geceler güzeldir; her karanlık gecenin bir gündüzü vardır. Bu gece, bir başka geceydi…

Giderken bir ağır yük bıraktınız bana, çok kötü bir yük. Bana hediye ettiğiniz kalemleri çıkardım çekmeceden, en büyük mirasıma baktım. Bir okyanus kadar alev doluydu hepsi. Onlarla mı yazacaktım? Evet, onlarla yazacaktım. Neyi? Son 30 yılımızı belki de, başka yerlerde başka şeyleri.

Sonra? Sonrası yok, deliler gibi, hüngür hüngür ağladım. Dedim ya, sizden bir şey saklamadım, siz hissedersiniz diye. Sonra onları teker teker öptüm, kutularına koydum ve bir tanesini alarak yarın sabah büroya, ha pardon, büroya değil, çok mukaddes saydığım gazeteye, Gündem’e, sizin de gelip oturduğunuz odama gideceğim. Yarından itibaren, evet tez elden, gazetecilik ve yazarlık nedir, onu öğreneceğim.

Hep bana güvenmiştiniz. Bana güvenin, şafakta evden çıkıp oraya gideceğim. Derken birileri arkamdan bağırdı, senin “torunların”:

  • Baba, dedemizin kalemi yerde kalmasın.

Döndüm, hüzünle değil, sevgi ile baktım gözlerine:

  • Söz veriyorum size, onun kalemi yerde kalmayacak.

Evet, ol hikayet budur işte. Ellerinden, ellerinden öperim.