Eve dönmek

Ertuğrul Kürkçü

12 Eylül’ün karanlığı Malatya Hapishanesi’nin üzerine çöktüğünde, hücrelerde rejimin “Karıştır, barıştır” uygulamasına direnenler maneviyatlarını yükseltmek için zaman zaman şarkı söylerlerdi.

Vakti zamanında Sovyet uzmanlardan gerilla eğitimi almış olan biri de sıra kendisine geldiğinde hiçbirimizin daha önce bilmediği Rusça marşlar ve şarkılardan oluşan repertuarını dinletir, sonra da güftenin anlamını açıklardı.

En anlamlısı “Kızılordu Marşı”nın nakaratı gibi gelmişti. Kızılordu askerleri marşlarını “Evim dünyadır, dünya evimdir benim…” sözleriyle bitiriyorlardı…

***

II. Dünya Savaşı’nda Nazi ordularının istilasını def etmekle kalmayıp dağlar, ırmaklar, ülkeler aşarak, Hitler’in karargahına, III. Reich’in bağrına dek giren bir Kızılordu askeri için hiçbir şiir bu dizeler denli somut bir anlam taşımamış olmalı.

Saldırganı ininde yok etmek üzere evinden uzaklaşmadıkça evine sahip çıkmasına, sonunda bütün dünyayı Nazizm belasından kurtarmaksızın kendi evini kurtarmasına imkan olmayan Sovyet askeri 1945 1 Mayıs’ında orak-çekiçli bayrağı Reichtag’ın tepesine dikerken herhalde iki duyguyu bir arada yaşamıştır.

Bir yandan geçtiği yollarda, kurtardığı ülkelerde kendisini bağrına basan halklara karşı “enternasyonalist görev”ini yerine getirebilmiş olduğu için derin bir huzur duymuş, bir yandan da artık daha uzağa gitmeyeceğini, “eve dönüş” zamanının gelmiş olduğunu düşünerek içinden şöyle demiştir: “Buraya kadar postu deldirmeden gelip şimdi şu bayrağı dikerken Berlin’de damdan düşmek de var. O yüzden bastığımız yere dikkat edelim, evde çoluk çocuk bizi bekliyor!”

***

Bireysel asker o an ne düşünmüş ve neye inanmış olursa olsun Kızılordu Marşı’nın sözleri- “Evim dünyadır, dünya evimdir benim”- savaşın somutluğunu da aşan bir anlam yüklüymüş aslında.

İnsanlığın milletler, devletler, sınıflar, dinler ve başka birçok siyasal, coğrafik, toplumsal engellerle bölünmeden tek bir kardeşlik küresi olarak bir arada var oluşu ülküsü olmasa; insan “dünya evimdir benim” diye düşünmese herhalde “ev”inden çıkamaz, “yabancılık”ın çilesine katlanmaya değmezdi.

Ama yabancılık var, “yabancılık” var. Bir başkasının “ev”inde iklime yabancılık, giyim kuşamınızı yeniden düzenleyerek biraz olsun aşılabilir. Yiyecek içeceğe yabancılık alıştığınıza yakın besinlere yönelerek az da olsa giderilebilir. Dile yabancılık, yabancı dilden kapılan birkaç sözcükle, bir tercümanla, ortaklaşa kullanılabilen üçüncü bir dille belki geçiştirilebilir. İnsanlara yabancılığın üstesinden, gülümseyerek, selamlaşarak, dokunarak gelmek mümkün olabilir.

Ya “değerler”in yabancılığının üstesinden nasıl gelinir?

Sizin için yabancı bir ülkede bir alışveriş aracı olmaktan fazla bir değer taşımayan “döviz”in birazına sahip olduğunuz anlaşılıncaya değin köpek kadar değer vermeyenler “yeşil kağıtları” görür görmez sizi baş tacı ediyorlarsa; sizin “ev”inizde sizin değerlerinizden bir “avantaj”-belki de doğrusu “avanta” demek- olarak yararlanan “yabancı”lar, siz onların “ev”inde yabancı olduğunuzda orada Amerikalılar dışında hiçbir “yabancı”nın değer taşımadığını her şekilde ortaya koyuyorlarsa; insanlar on yıllar boyu üçüncü dünyayla girişilen eşitsiz değişimin yarattığı bütün birikimi Batı’nın değersiz ve niteliksiz tüketim nesnelerine dökmek için akıl almaz bir ahmaklıkla kuyruklarda saatlerini harcıyorlarsa, herkes her şeyini satmaya çalışıyorsa, almak ve satmak tek insani ilişki biçimi halini almışsa ne yaparsınız, ne yapabilirsiniz?

İlk duyduğunuz şey derin bir eve dönme arzusu olur. Direnirsiniz. Ama hiçbir zaman bu duyguyu tam olarak yenemezsiniz. Ama hiçbir zaman bu duyguyu tam olarak yenemezsiniz. Sonunda orada da sizin değerlerinizi paylaşan birilerinin bulunduğunu bilmek yüreğinize su serpse de içine düşmüş oldukları acze tanık olmak canınızı daha çok acıtır. Eve dönme arzusu daha çok kabarır.

Geri dönüş zamanı geldiğinde elinize geçen bir gazete, kısa bir an için zihninizin gerisine itelediğiniz o “ev”de sizi neyin beklediğini dehşetle hatırlatır: Tanka bağlanıp sürüklenen PKK gerillalarının ölüleri, gözaltında kaybedilen bir başka genç insan; Mc Donald’s önünde kuyruk olan salaklar; Amerikan aksanıyla Türkçe konuşan FM radyo spikerleri… ve Karaköy’de Tverskaya’da yaptıkları gibi sıra sıra dizilip tapon mallarını döviz karşılığı elden çıkartmak için debelenen “Babuşka”lar…

Ne “evim (bu) dünya” ne de “(bu) dünya benim evim”…

Ama gene de gidecek ne başka bir ev ne de başka bir dünya var. En iyisi “kazanacağımız koca bir dünya”nın bir parçası olabileceğini umduğumuz yeni “ev”i yapmaya girişmek. Onu bizden başkası yapamaz, ama metroyu Ruslara ihale edebiliriz belki!

Hoş bulduk!