Yenilmeyi bilmek

Ayşegül Devecioğlu - Gazeteci. Gündem’le dayanışma çerçevesinde bu yazıyı kaleme almıştır.

Kürdistan’da gazetecilik yapan 8. Arkadaşımızın da öldürülmesinin üstünden henüz birkaç gün geçti. Yine alışıldık açıklamalar, bildik insanlardan bence hiçbir etkisi kalmayan bildik tepiler, kınama mesajları, gazete ilanları, başsağlığı dilekleri. Birkaç gün sonra bunların da ardı arkası kesilir, ortalık yeni bir ölüme kadar sessizliğe gömülür. Önce isimleri sonra sayıları hatırlamaz oluruz; gün geçtikçe her şey daha da bulanıklaşır. Eee dün ne yediğimizi bile zor hatırlıyoruz artık. Belki önümüze atılmış hayat kırıntılarına iştahla atılıp yalnız ve yalnız yaşıyor olmanın, her şeye rağmen yaşıyor olmanın yarattığı suç ortaklığı duygusundandır bu unutkanlık. İçten içe bir rahatlama, titiz bir suskunluk…

Beklenmeyen bir şey değildi. Hiç değildi. Olup bitecek her şeyi bilen gören kötü haber falcıları gibi kendi sığınağımızda sessiz bekliyorduk. İmajımızın gerektirdiği kınamalar, açıklamaları yapmak, beklenen tepkileri sergilemek, üzüntülerimizi ifade etmek için, devlet yetkililerinin ne olacağını çok iyi bilip de yine de şaşırarak dinlediğimiz açıklamalarını duymak için gözlerinizi uzun süreden beri seyircisi olduğumuz perdeye dikmiş bekliyorduk. Bir yandan her şeyin çok içindeymiş gibi; bir yandan her şeyin çok uzağında.

İşte nihayet perde açılıyor ve oyun başlıyor. Beklenildiği üzere hükümetin başı o çok özendikleri Avrupa ülkelerinden herhangi birinde her halde istifasına neden olabilecek şu açıklamayı yapıyor: “Ölenler gazeteci değil, taraflı militanlardır.” Bundan şimdiye kadar anlamadıysak şunu anlıyoruz ki Kürdistan’da cenaze merasimine ya da protesto yürüyüşüne katılan halk, çoluk çocuk, kepenk indiren esnaf, resmi ağızların dışında haber yapmaya çalışan gazeteci, hatta bölgedeki dağ, taş, hayvanlar, ağaçlar, otlaklar taraftır, devletin düşmanıdır. Ve orada taraf olan ensesine tek kurşun sıkılarak öldürülmeyi hak etmektedir. Çünkü kimsenin dilinden düşürmediği demokrasi düşüncesi öncelikle farklı sosyo-kültürel, siyasi kimliklerin bir arada bulunabileceğini “hayal edebilmeyi” gerektirirken “tek-tip” yurttaş kimliğini memleketin bölünmez bütünlüğü açısından şart addeden TC devletinin böyle bir tahayyül yeteneği yoktur. Parantez içinde söylemek gerekirse maalesef; farklı siyasal düşünceler, farklı inançlara, farklı ulusal kimliklere sahip yurttaşlarımızın da hayal güçleri, çoğunlukla kendi “tek-tip”leriyle sınırlıdır. Bu yüzden taraflar birbirlerinin temel, siyasi, insani hak ve özgürlüklerini, yaşam haklarını şartlar icap ettirdiğinde ortadan kaldırabileceklerini varsayarlar. TC devleti ve pek çok vatandaşımız için öldürülenlerin taraflı olması onların başına gelenleri mazur gösterecek bir argüman niteliği taşır. Zaten bir çifte standartlar cenneti olan ülkemizde bilindiği üzere fahişelere tecavüz, solculara işkence tenzilatlıdır. Terörist ölümleri bedava tarafından seyrettirilir, yalnız alkışa tabidir. Kürdistan’da görev yapan gazetecilerin taraf oldukları için öldürülmüş olmalarında pek de öyle hayret edilecek bir şey yoktur. Ne yapalım onlar da taraf tutmasalardı. Bütün bunları bir yana bırakacak olursak böyle bir taraflılık söz konusu olsa bile bu rafın bütün legal ifade imkanlarının ortadan kaldırılması acaba ne anlama gelir? (Meclis’teki yemin töreni ve HEP milletvekillerine karşı alınan tutum hatırlansın.) Bu açıkça TC devletinin bize ölmekten ve öldürülmekten ibaret bir “imkanlar dünyası” sunduğu anlamına gelmez mi?

Devlet eliyle işlendiğinden ya da devletin göz yumduğundan şüphe olmayan bu cinayetlerin faillerinin daima meçhul ve meçhul kalacak olması (devlet garantisiyle) hukuk, adalet gibi kavramların yerini bir daha geri dönülmeyecek biçimde şiddete terk etmesine yol açmaz mı? Şiddet çaresizliğini bu pik noktasında tek “çare” haline gelmez mi?

Neyse birinci perde buraya kadar. Olayın sorumluları kendilerine yakışan açıklamaları gereken gözü peklik ve şeffaflıkla yaptılar. Peki ya olayın birinci dereceden muhatabı olan gazeteciler ve basın kuruluşları. Onların pek çoğu pek ince bir tarafsızlık durumunu korumaya özen gösteriyorlar; olan biteni üzüntüyle karşılamakla birlikte, hafif vuruşlarla meseleyi kendilerinden hayli uzakta bir yere doğru itiyorlar. Allah bilir hangi merciler nezdinde kıymet ifade eden tarafsızlık konumları zedelenmesin diye yapıyorlar bunu. Onlara “tarafsız” basın diyelim. Serin odalarını, tiril tiril gömleklerini, yüzlerindeki her nasılsa hep aynı biçimde tutmayı başardıkları o nazik ifadeyi, solcular, Kürtler, eşcinseller, dullar, fahişeler, tinerciler, hırsızlar söz konusu olduğunda kalemlerini nasıl iştahla sivrilttiklerini hayal edebiliyorum. Hiç sinirlenmiyorlar, hep soğukkanlı, hep ölçülü, hep bu memlekette değil de benim görmediğim başka bir yerde yaşıyormuş gibiler. Peki Allah aşkına bugüne kadar katliamlara, infazlara, cezaevinde ve işkencede ölümlere karşı duvar gibi sağır kalmayı becerip hiçbir şeyin mazur gösteremeyeceği o insanı çileden çıkartan ifadeleriyle devletin ağzından gazetecilik yapan bu insanlar “tarafsız” sıfatını nasıl hak ediyorlar, hatta gazeteci sıfatını?

Çok iyi hatırlıyorum, 12 Eylül’den sonraki işkence haberlerini; hep gözü yaşlı bir ana baba çocuklarının kaybolduğunu “iddia ederdi.” Artık hayatta olmadığından adınız gibi emin olduğunuz bir insan, yüzü gözü pek anlaşılmayan küçük bir fotoğraftan size bakardı. Gazetelerde o kırık dökük zoraki haberleri okurken birilerinin daha öldürüldüğünü hep bilirdiniz. Ve bu topyekün sessizliğin, bu ince tarafsızlığın, memleketin huzuru için sizin yok edilmeniz gerektiği üzerine kurulmuş bir konsensüsün habercisi olduğunu anlardınız. Anlardınız ki bu sansürle, devletin baskısıyla açıklanabilecek bir şey değil. Bu yıllardır böyle sürüyor; yıllardır o popo, göğüs resimlerinin altında insan hayatları kayboluyor. Peki benim bilmediğim hangi kahrolası neden bu insanları tarafsız ve gazeteci yapıyor?

Hatırlarsanız bu taraflılık-tarafsızlık tartışmalarının benzeri sosyalist dergilerin yazı işleri müdürü ya da sahibi oldukları için 12 Eylül’den sonra yüzlerce yıllık hapis cezasına mahkum edilen gazeteciler için de yaşanmıştı. Devlet, basınla ilgili yasalarla bu gazetecileri yargılar, mahkum ederken basın meslek örgütleri onların gazeteci olduklarını bir türlü kabul edemedi. Sosyalist dergilerin büroları basılıp, muhabirleri göz altına alındığında, dergiler toplattırıldığında basın örgütleri yine aynı nedenle tavır almakta zorlandılar. Bu insanların kimlikleri, siyasi görüşleri, örgüt üyesi olup olmadıkları bir yana, haber verme ve düşüncesini ifade etme özgürlüğünü kullanıyor oldukları gerçeği bir türlü görülemedi.

Bu arada bu imajların yerleşmesinde “sosyalist basın” diye tanımlanan arkadaşlarımızın büyük katkıları olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim Neyse konuyu dağıtmayalım. Özetle, ben Gündem, Yeni Ülke, 2000’e Doğru muhabirlerinin uğradığı saldırıların basın özgürlüğüne, insanların haber alma özgürlüğüne yönelik olduğunu düşünüyorum. Bu gazeteciler, devletin ağzıyla haber yapmadıkları için oradaki savaşın tarafı olarak kabul edildiler ve öldürüldüler. Bence Kürdistan’da, Olağanüstü Hal Bölgesi’nde ya ad Güneydoğu’da, ismi ne olursa olsun bu toprak parçasında görev yapan her gazeteci için pekala muhtemel bir akıbet. Devlet güçlerini enselerimize sıkılmak için kurşunlar ve yargılanmama garantisi ile donandığı bir yerde, hangi gazetecinin can güvenliğinden ve hangi haber alma özgürlüğünden söz edebiliriz. Ve hangi gazetecinin ensesi bu kurşunların giremeyeceği kadar kalın? (bazı istisnalar dışında.)

Terörün devlet eliyle yazılı olmayan bir hukuk haline getirildiği böyle bir ülkede hiçbir vatandaşın hatta söz konusu açıklamaları yapan hükümet yetkililerinin de can güvenliği yoktur. Buna göre öncelikle Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi ve diğer gazeteci örgütleri bu olayın birinci derecede muhatabıdır. Bu memlekette insan kılığında yaşayan herkes bu konuda tepki göstermelidir. Bütün bunlar olup biterken bir iç huzuru ve güven duygusuyla yaşamayı kendine yedirebilmek için aşırı dozda uyuşturucu almış olmak dışında hiçbir insani varoluş tarzı düşünemiyorum. Ama bir şey daha var: Duyarsızlıktan, tepkisizlikten söz edip, insanlara öfkeyle bir şeyler söylerken; durmak ve eklemek zorunda olduğum bir şey, burada nasıl anlatacağımı da pek bilemediğim bir şey. Diyelim ki bu da son perde olsun. Ama nasılsa sinemamızda matineler sürekli. Bir arkadaşım, Kürdistan’daki gazeteci arkadaşlarımızdan birinin artık sokakta dolaşırken elini sık sık ensesine götürmekten kendini alıkoyamadığını anlattığından beri ben de elimi sık sık enseme götürüyorum; ensem şiddetli bir ateşle yanıyor, gözlerimi kapıyorum ve namlunun soğuk dokunuşunu, hayatın bittiği o anı ben de hissetmeye çalışıyorum. Bunu becerebildiğim an biraz olsun rahatlıyorum. Bundan çok değil, üç beş yıl önce böyle bir durumda yapabileceğim tek etkili şeyin, kendi duyarlılığımı bu biçimde sınamak olduğu hayal bile edemezdim. Ama bu, beni her şeyi böyle yaşamaya alışmaktan koruyor. Aynı insanlar ve aynı kelimelerle yaptığımız o açıklamaların, protesto metinine imza attığım an duyduğum küçük huzurun, ölüm haberleri verilirken televizyona diktiğim yeknesak bakışlarımın, dağda ölmüş birilerine ait ölüm ilanının hemen altına konmuş ehliyetimi kaybettim hükümsüzdür” ilanının, can havliyle gidip her seferinde pişman olarak ayrıldığım o “birlikte bir şeyler yapalım” toplantılarının, o hamasi ajitasyonların birlikte bir şeyler yapmayı düşündüğümüz insanlara gösterdiğimiz özensizliğin, o küçük hesapların bende yarattığı uyuşmadan, duyarsızlaşmadan beni koruyor. Karamsarlığı hiçbir zaman kötü bir duygu olarak nitelemediğim halde, bütün bunları kimsenin içini karartmak için de söylemiyorum. Ama galiba biz bu memlekette insan hakları için, öldürülen gazeteciler, katledilen, üstüne kurşun sıkılan bir halk için bir şeyler yapma şansımızı kaybettik. Hiçbir etkisi olmayan o imzalarımız, o kınama metinlerimiz belki bizi rahatlatıyor ama yalnızca o kadar. Bu konuda etkili olabilmenin yolu, yaşam hakkı konusunda hiçbir çifte standarda sahip olmamaktan, orada öldürülen “her” gazeteci için tavır alabilmekten kime yönelirse yönelsin her türlü insan hakları ihlaline karşı “içtenlikle” mücadele edebilmekten geçerdi. Ben tepki vermesi için uğraştığımız insanların ve toplumun muhayyilesinde bu konuda bir meşruiyetimizin kalmadığını düşünüyorum. Ne içerdiği yaygın anlam itibarıyla “tarafı” olabildiğim, ne “tarafsız” kalabildiğim bu her-ü-merc içinde kaç kişiden ibaret olduğunu bilmediğim “mağluplar” hanesine kaydediyorum kendimi.

Her seferinde gitmekten kendimi alıkoyamayıp her seferinde kendimi daha yalnız hissettiğim o “kalabalık”la birlikte iyi kötü bir şeyler yapmanın “rahatlığını” da istemiyorum. Etkisiz hale geldiğimizi birlikte bir şey yapma yeteneğimiz hemen tümden yitirdiğimizi kabul etmek, yenilenmeyi bilmek bu noktada bana daha anlamlı ve daha yararlı geliyor. Çünkü belki bu yenilgi noktasından bu zemini değiştirecek bir radikalizm türeyebilir. Çünkü yenildiği halde yenilgiyi kabul etmeyenlerin yenilgisi çoğu kez içinde yeni bir “galibiyet” umudu da barındırmıyor.